31 Temmuz 2010 Cumartesi

9.5. Bölüm: Pişman Olma İhtimali


Acımadım biliyor musunuz ona? Öyle aciz bir şekilde yatıyordu ya, hiç acımadım. Af dileyecek hali bile yoktu, yine de umrumda değildi. Aptallığım beni o kadar uyuşturmuştu ki; beynimin ona acıyabileceğim tarafı eksilip gitmişti. Kendime acıdıım, güçsüz, kandırılmış falan hissettim hatta Alp mi ne ona bile acıdım; ama Zeynep’e acımadım. Hem acısam ne olur, Zeynep bir şekilde kendini kurtarır nasıl olsa, hiç şüphem yok. O mağdura yatar, şiddet gördüğünü öne sürer ya da bunu gibi bir şey ve tüm dünyayı arkasına alır. Dedim ya zerre şüphem yok, kimseyle ilgili hislerimde yanılmadım; sadece aşık olduğumda sekteye uğradım. Aşık falan da değilim artık zaten.

Siz hiç önce mucize diye bir şeyin var olabileceğine inandırılıp sonra da ortada bırakıldınız mı? Çocukluk hayalleri gerçekleşebilyormuş derken tam, birden “Yok canım böyle bir şey mümkün olsaydı bu kadar zor olur muydu yaşamak?” dediğiniz; ama içten içe “Neden bir sefer de beni seçmiyor hayat, lanetli miyim?” diye düşündüğünüz oldu mu sadece bir an bile? İşte ben uzun bir süre bundan başka bir şey hissetmeden yaşadım.


Ben hayatım boyunca sayılamayacak kadar çok yalan söyledim; arkadaşlarıma, aileme… Aklınız şaşar. Olmadığım biri gibi görünmekte üstüme yok benim; hele ki birinin çıkarcı ya da yapmacık olduğunu anlamayagöreyim yapabileceğim şeylerin sınırı yok. İyiliği hak etmeyen kimseye iyi davranmadım şu ana kadar ben, herkes hak ettiğini yaşasın, umrumda değil dedim. Bazen duygularımın normal insanlardan daha derinde, daha ulaşılmaz olduğunu düşünüyorum. Benim kalbime dokunmak zordur, sevgimi gösteremem, romantik falan değilim. Yine de ben bile aşık olursam kalkanlarımın çoğunu indiririm, karşımdakine büyük yalanlar söylemeye kıyamam, benim için değerli olur karşımdaki ve bu yüzden elimden geldiği kadar etik olmaya çalışırım.

Aşık falan değildim artık
Onu soracak olursanız o hiç değildi.

Her şeyinizi ortaya koymuşken, kumar masasında kendinize ve yanınızdakilere koşulsuz güvenip rest çekmişken, saf bir çocuk gibi her şeye inanmışken, yeniden inandırılmışken, “Bittiiii, hadi bakalım evine dön artık, bitti oyun, floş royalle kaybettin.” dediler mi size, dalga geçer bir şekilde; hatta kahkahalar atarak, siz nasıl olabilir diye inanamazken.

Birini kaybetmekten çok, hayal kırıklığı insanı kıran, yanılmışlık hissi. O değer verdiğiniz insanın aradığınız, yanınıza olabileceğine inandığınız insanla uzaktan yakından ilgisinin olmaması. Hata yapıp bir kenara çekilmek, “becerememişlik” hissi. İlk aşklar yaşanmamışlıklar yüzünden akılda kalıyor işte, yarım kaldığı için. Sadece diyorsun ki şu an belki de o olsaydı daha farklı olurdu; sanki melek ilk aşkımız. Devam etseydi görürdünüz kimmiş, neredeymiş o “ilk aşkınız”? Hepimiz başka hayatlara karışıp değiştik; yine de inanmamayı tercih ediyoruz niyeyse. O yüzden iyidir eski aşkınızın hayatınıza bir daha girmemesi, yine de bunu bilerek ya da bilmeden isteriz, aklımızda bir yeri olur onların.

Ve hayat bizi seviyorsa bunu yapmaz, ilk aşklarımızı bir daha karşımıza çıkarmaz. He yok çıkarıyorsa ve biraz akıllıysak uzak dururuz ondan. Uzak durmuyorsak, bir de üstüne kendimizi şanslı sanıyorsak, hayat bizi bağrına bastı sanıyorsak _ki bu hikayede benim rolüm tam olarak bu oluyor_ … Neyse kendime daha fazla hakaret etmek istemiyorum.

Üstelik o kadar eminim ki benim hikayemin daha önce defalarca yaşanmış ve yazılmış olduğuna. Hiçbir özel yanı yok, çoğu insan kandırıyor sevdiğini, her gün yaşanıyor bunlar, hepimiz birbirimizi aldatıp duruyoruz Acınası bir kanıksama değil mi bu? Niye garip gelmedi çoğunuza, kırık dökük bu kadar şey. Niye sanki çok alışkınmış gibi bakıyorsunuz? Hepiniz mi yorgunsunuz ki, hepimiz mi yorgunuz? Ben de sanki çok önemliymişim, gibi anlatıp duruyorum işte… Mazur görün. Neyse devam edeyim, çoğunuzun ne yazık ki alışık olduğu bu hikayeye:

Öyle bir çocukluk yaptım ki inanmayacaksınız, gerçek dışı gelecek; böyle mantıksız bir kurgu da olmaz diyeceksiniz. Yine de yaptım, nasıl olsa artık birbirimizi kırmanın sınırı yoktu. Sürekli ileri gidip duruyoduk, daha da ileri. Artık sanki birbirimizi kıramayacak yerlerdeydik, birbirimize zarar verebilecek konumda değildik, birbirimiz için o kadar önemli değildik; ama elbette bir yolu olmalıydı onu da kırıp dökmenin. Madem öyle ben neden duracaktım, öyle yok “Bana yakışmaz.”, “Delikanlılığa sığmaz.” tarzı düşüncelerim yoktu. Ben de-
Tamam, yine olayları ortasından anlatmaya başladım, iyice anlaşılmaz hale geldi. Hadi en baştan:

Bu bölümü de anlatmak gelmiyor ya içimden neyse artık ne yapalım... Meyra Anne olmasa hiç öğrenemeyecektim belki, he o zaman ne olurdu; dah fazla aptal durumuna nasıl düşerdim o da ayrı bir merak konusu:

- Alo Zeynep, şükürler olsun. Bin kere aradım seni, neden telefonlarıma cevap vermiyorsun?
- Arda sen misin yavrum?
- Meyra Teyze?
Evet çocuğum benim. Zeynep’i aradın tabi. Hastanedeyiz sorma, sorma başımıza gelenleri.
- Ne oldu? Zeynep yanınızda mı? Bir şey mi oldu ona?
- Ah ah! Elleri kırılsın, o Alp denilen herif mahvetmiş güzel kızımı ne hale getirmiş. Benim kızım kocasından dayak yiyecek kız mıydı? Bunun için mi evlendirdik biz onu? Engel olsaydım keşke evlenmek istediğinde o pis şeytanla.
- Tamam, ben ziyaretinize geleceğim. Sakin olmaya, Zeynep’e destek olmaya çalışın.

Son cümleyi nasıl söyleyebildim bilmiyorum. Olduğum yere yığıldım öyle, şaşırdım, rengim attı bir an. Nasıl olabilirdi bu? Böyle bir yalanı nasıl söylemiş olabilirdi? Ve tabiki “Alp”... Doğru duymuştum... Seni sevmeye hüküm giydim “Alp”...
Oysa çok garipti, sonunda yollarımızın bir şekilde kesişmesi. Sanki hayat bu zaman kadar ikimiz de yeterince büyütüp bizi birbirimiz için iyi gelecek hale getirdikten sonra karşılaştırmıştı. Bir şekilde zamanı gelmişti, ilk değildi benim için; ama “en önemlisi” olabilirdi ve eğer bunun için bir doğru zaman varsa işte gelmişti. Belki bu kadar şeyden sonra yaşadıklarımdan öğrendiğim onsa katı kuraldan sonra mucize olabilecek, beni kaderimin iyi bir yerlere götürebileceğine inandırabilecek bir şeydi Zeynep’in yeniden hayatıma girip böyle baş köşede oturması.

Çünkü madem zamanında hayat bizi ayrı bir yerlere savurmak için elinden geleni yapmıştı, belki de bir nedeni vardı ve şimdi birleştiriyorsa yine bir nedeni vardı. Belki de mutlu olma zamanı gelmişti. Ben hep onun eksikliğini hissetmiştim ve eğer o da bir kere bile doğru söylediyse o da hissetmişti. Zaman bizi hiçbir zaman beklememişti, biz hiçbir zaman birbirimize yetişememiştik; ama bir şekilde kesişmişti işte hayat bizim için. Bunu düşündükçe gülümsüyordum, mutlu oluyordum. Oluyor – dum.

9. Bölümün Devamı - III


Zeynep Gökmen Aydın

Hastanede tam üç gün yattım, sanki ameliyat olmuşum ya da çok ağır bir kaza geçirmişim de müşaade altında tutuluyormuşum gibi. Yüzümde hala yara izleri vardı. İşe gitmek için her gün kalktığımdan bir saat önce kalkıyor; makyaj yapıyordum. Biri farkedecek de soracak diye ödüm kopuyordu. “Zeynep Gökmen! Dayak mı yemiş, aa nasıl olur?” Alp’le aynı yatakta yatmıyordum, aynı odada bile bulunmuyordum, konuşmuyorduk. Sadece güç topluyordum, iş yerinde her gün internette dayak yiyen kadınların itiraflarını okuyordum. Kendime bu durumda olanın sadece ben olmadığımı anlatmaya çalışıyordum.

Bir buçuk ay kadar sonraydı sanırım hastaneden çıktıktan, çok önemli bir toplantım vardı; bir şirkete yeni tasarımlarımız hakkında sunum yapmaya gidecektim. Tuvalette bir saate yakın makyajımı tazeledim, izlerin çoğu geçmişti; ufak tefek izler duruyordu sadece, seviniyordum. Oturup ne yapacağımı düşüneceğime izler geçiyor diye seviniyordum.

İşte o toplantı hikayenin azıcık başa döndüğü an oldu. Arda da orada çalışıyordu, bu kadar da tesadüf olmaz değil mi? Senelerdir görüşmemiştim Arda’yla, düğünüme bile çağırmamıştım, evlendiğimi bile bilmiyormuş üstelik. Söylemedim de, yüzüğümü çıkarmıştım zaten giderken. Lafı geçmedi, söylemedim Arda’ya evli olduğumu. Kendi aklımca Alp’i mi cezalandırıyordum, bilmiyorum. Öğlen yemeğe çıktık Arda’yla, sonraki öğlen ve daha sonraki öğlen. Alp sormuyordu nereye gittiğimi, soramazdı da; seziyordu, başka biri olduğunu seziyordu; tek kelime edemiyordu. Olduğu yerde öyle meraktan ve beni kaybedeceği günün yaklaştığını hissettiğinden kıvranıyordu. Hoşuma gitmiyor değildi, intikam gibi oluyordu. Belki de onun yanında o yüzden duruyordum, daha savunmasız bir halini bekliyordum gitmek için. Şimdi zaten bekliyordu; ama ben safca “Bu kadın beni bırakamayacak, seviyor beni.” dediği an, bana birazcık güvendiği, kendini biraz seviliyormuş gibi hissettiği an gidecektim. Şimdi gitmemden daha fazla acı verebilecekken daha azına razı olmamın imkanı yoktu. Alp’i aldatıyor olmamın verdiği hazzı hiç saymıyorum bile.

2 hafta boyunca her gün Arda’yla yemeğe çıktık, bazen de iş çıkışı bir şeyler içmeye gidiyorduk, ona gittiğimiz oluyordu, bazen gece kaldığım ya da. Lafı geçmedi, söylemedim evli olduğumu, zaten evli de sayılmazdım değil mi? Yalan da sayılmazdı, bekarım deseydim de.

- Yıllar önceydi Zeynep, çok güzeldi, niye koptuk?

- Bilmiyorum, öyle olması gerekiyordu belki de.

- Sence bir şeylerin değerini şimdi bilebilir miyiz?

- Ne gibi?

- Çalan şarkıya bak ne kadar eski, hala çok güzel... “Seni sevmeye hüküm giydim.” Dans edelim mi?

- Tamam, edelim.

- “Bir sürü haller içinde halim.”

- Seni sevmeye hüküm giydim Alp

- Efendim?

- Alp dedin?

- Hayır demedim, Alp kim ki?

- Bana öyle geldi sanırım.

- Şişşşşt... Sus, dans et...

O gece hayatımın en güzel gecesi olmaya adaydı. Arda’yla beraberdim sonunda. Küçük bir ayrıntı dışında. Tamam pek de küçük değil aslında:

- Biiir sürü haller içinde haaaliiiim!!!

- Oooo Zeynep hanım çok mutlusunuz bu gece, nereden geliyorsunuz gecenin bu saatinde.

- ...

- Sana bir soru sordum Zeynep! Bu saatte nereden geliyorsun? Zaten iki haftadır eve gelmediğin bile oluyor! Neredesin, nerede, kiminle geçiriyorsun geceyi!

- Alp lütfen, uyumak istiyorum; yorgunum.

- Zeynep! Sen benim karımsın, bu kadar bağımsız hareket edebileceğini mi zannediyorsun.

- Bitti Alp! O gece bitmişti, bitti!

- Hiçbir şey bitmedi, duyuyor musun beni, hiçbir şey bitmedi! Ben söylemeden bitebileceğini mi zannediyorsun?

Bir sefer oldu mu devamı gelir. İlk anlattığımda boğazınıza bir şeyler düğümlenmiş olmalı. Bu ondan kötüydü, siz hayal edin; fazla ayrıntılı anlatmayacağım. Üst kat komşumuz polise haber vermeseydi bu hikayeleri hiç öğrenemeyebilirdiniz. Kocasının dayaktan öldürdüğü şiddet mağduru kadın olarak gazetelere çıkabilirdim. Arda da evli olduğumu oradan öğrenirdi ve bana kızamazdı. Daha mı iyi olurdu... Belki...

Sonrası yine hastane, yine o iğrenç bakışlar, yine acizlik, eksiklik... Anneme haber vermiştim tabi bu sefer.

- Zeynep kızım!

- Anne sakin ol!

- Ne sakini, elleri kırılasıca! Ne hale getirmiş seni!

En azından artık Alp’e değil; anneme muhtaçtım. Bu bile sevinebileceğim bir şeydi. Arda beni defalarca aramıştı o geceden sonra, telefona çıkacak gücü bulamadım tabi kendimde. Hastanede kaldığım 3. gündü ki annem içinde biriktirdiği bütün acıyı, o arada arayan Arda’yla paylaşmıştı ve işe o gün tam olarak Arda’nın benim evli olduğumu öğrendiği gün oluyordu. Kocasından dayak yediği için eski bir arkadaşına sığınan ve yasak bir ilişkiye başlamanın heyecanını yaşayan çaresiz bir kadın! Çaresiz demiyordur tabi, bana acıdığını pek düşünmüyorum. Daha kötüsü de olamazdı herhalde. Belki de haklıydı, gerçekten onun düşündüğü kişiydim. Ertesi gün hastaneye geldi Arda, annem de eve gitmişti dinlenmeye; yalnızdım. Zaten öyle olmam gerekiyordu, tek başıma olduğum kişiyle başa çıkmak zorundaydım.

- Arda?

- Geçmiş olsun Zeynep...

- Çiçekler çok güzel teşekkür ederim, beyaz gülleri sevdiğimi unutmamışsın.

- Evli olduğunu söylememiştin.

- Söyleyemedim, yani Arda lütfen...

- Lütfen derken?

- Öyle suçlar gibi bakma bana n’olur.

- Nasıl bakmamı tercih ederdin? Saf, ne desen inanacak ya da kocana kızıp da ondan intikam almak için sığındığın liman... Ne olmamı tercih ederdin?

- Arda lütfen. Düşündüğün gibi değil, bu bir anlık bir şey değil.

- Alp değil mi adı?

- ...

- “Seni sevmeye hüküm giydim Alp...”

- Arda, hayır... Otur biraz konuşalım, olmaz mı?

- Sana acı vermeyi o kadar istiyorum ki şu an Zeynep, canını acıtacak bir şeyler söylemeyi; ama yapmayacağım bunu, yine de inan kendimi zor tutuyorum.

- Bir daha...

- Bir daha mı, öyle bir şey yok. Hoşçakal, lafın gelişi yani...

Küfretsen daha iyiydi Arda! Aşağılasan daha iyiydi... Hayatımın aşkını bulduğumu sandığım an neredeyse ölüyordum ve sonrasında yalnızlık... Yalnızlık... Bu nasıl bir dünya?

Arda’nın haklı olmasından korkuyordum en çok, Alp artık eskisi gibi değildi ve karşıma aramızda büyük bir yaşanmamışlık olan ilk aşkım çıkmıştı. Beni çekip çıkarabilecek gibi duruyordu ve ben bu kadar büyük bir şeyi elde etmişken, bu sefer kurtulmama ramak kalmışken evli olduğum gibi bir ayrıntıyı nasıl söyleyebilirdim?

Arda’ya olan sevgimden daha kuvvetliydi çünkü kurtulma isteğim. Olmak istemediğim yerden kendi başıma çıkamıyordum ve beni o çıkarabilirdi. Doğru taşları haraket ettirirsem tahtanın sonuna kadar gidebilir ve bu lanet piyonu vezire dönüştürebilirdim. Sadece hiçbir satranç kuralına uymayan istediği gibi haraket edebilen Alp’in çıkıp gitmesi gerekiyordu ve Arda bunu neden yapamayacaktı ki...

Yapardı... Arda o an ne desem yapardı, biliyordum. Hatta belki... Neyse...


“Senden hızla kendime kaçarkeni geçmişi bulurum sensizlikte
Gördüğüm şeyler, susturduğum yürekler; karşıma çıktılar birer, birer.
Nice gönül çaldım, cevap vermiyor. yine dondum kaldım içim sıkılıyor.
Gitme şarap açtım, votka da var istersen
Sevdiğim şarkı çalıyor, eğer dinlersen

Bana olan zaafın nefrete dönüşmüş, alıştığın zaten bir şey olmamış.
Oyunlar bitmiş, sözler söylenmiş. gitmen lazım zaten sigaran bitmiş"

Bir sürü fon müziği oldu haytımın, şu an fon olmaktan öte öyle bir başrol ki beynime kazıyıp duruyor Pamela Spence. Tabi Arda’nın nefretini asıl hissettiğim zaman o zaman değildi. Şu an çok daha fazla hissediyorum, hatta içimden bir ses ilerde daha fazlası olacak diyor.

“Bana olan zaafın nefrete dönüşmüş”

Hikayenin iyi kahramanı zannettiniz öyle değil mi beni? Türk dizilerinde çok var ya hani bunlardan, mıy mıy cici kız, öpüşmez, sevişmez, yalan söylemez. Ben onlardan falan değilim, hiçbir zaman da olmadım. Bunları bana hak verin, şak şakçılık yapın diye de anlatmıyorum, tarafımı tutmanıza gerek yok. Zaten bu hikayede iyi kahraman da yok. Ne gerekirse Arda’yı bile kullanabilecek olan ben, ne hırslarıyla herkesi harcayabilecek olan Arda, ne şiddet eğilimli Alp, ne içinde babam için her şeyi bırakmış olmanın verdiği pişmanlık olan annem, ne oğlunu bırakıp gitmiş Nazım baba, ne de Sevda anne. Biraz kaba tabirle hepimiz aynı bokun lacivertiyiz. Olmak istemeyin zaten hiçbirimiz, hiçbirimizin yerine koymayın kendinizi.. Tamamen gereksiz, sevmenize gerek yok ki bizi. Sanki çevrenizdeki herkesi koşulsuz sevebilmeyi becermiş gibi...

Oyun oynamayalım, hiçbirimiz bembeyaz kıyafetlerimizi giyinmiş melek gibi salınmıyoruz ortalarda, yanılıyor muyum?

9. Bölümün Devamı - II



Alp Aydın

Hastaneye gittiğimizde herkes biliyordu, herkes bunu ona benim yaptığımı biliyordu. Onların bana pislikmişim gibi bakması beni deli ediyordu; çünkü bunları hakkettiğimi biliyordum. İçimden neler geçiyordu aslında “Hmmm bu yaralar nasıl olmuş böyle?” diyen doktorun bir an önce gitmesi için yalvarıyordum, yoksa elimden bir kaza çıkması işten değildi.

Saldırıya uğradığını söyledim, yüzüme baktılar. İnanmadılar... Bir seri katilin bakışlarını gördüler belki de gözlerimde, elimdeki çakmağı sürekli yakıp durmamdan ya da. İdam mahkumu nasıl bekler, vursunlar diye ayağını bastığı sandalyeye ben de öyle bekliyordum. Tek bir tekme...Boynumda o şiddetli ağrıyı duyacağım, şuurum kapanacak, yüzüm moraracak, vücudum istemsizce çırpınacak, ardından nefesim ve kalp atışlarım duracak... ve bitecek. Zeynep iyileşecek ve çekip gidecek. Hayatımın en güzel yanı gidecek ve beni o canavarla başbaşa bırakacak. “Gitme” demek isterdim ona. “Bırakma beni”. En çok da içimdeki o şey bekliyordu bunu, eminim dört gözle yalnız kalmamı, dayanacak noktamın kalmamasını bekliyordu. Camdan aşağı atacaktı herhalde beni ya da yumruğunu geçirip kırdığı camın parçalarını boğazıma sokacaktı şah damarımı patlatana kadar; ama o zamana kadar, Zeynep iyileşene kadar yaşamam gerekiyordu.

Onu en çok neyin acıttığını biliyorum: Bana mecbur olması. Kimseye söyleyemiyordu, kimseyi üzmek istemiyordu hâlâ. Ona bakabilecek bir tek ben vardım çevresinde. Çaresiz yanıma geliyordu, bana sokuluyordu. Tek kelime konuşmuyordu benimle, bazen yüzüme öylece bakıyordu. Belki görmeye çalışıyordu, sevdiği Alp neredeydi? O sevdiği Alp var ya aklını kaçırmak üzereydi. Senelerdir içinde biriktirdiği, bastırdığı her şey öyle çok sıçramıştı ki üstüne; eziliyordu altında. Kemiklerim kırılıyordu bu kadar basıncın altında, tuzla buz oluyordu. Üzerimdeki vıcık vıcık çamur tabakası kalbime baskı yapıyordu ve beni uyuşturuyordu.

Bazen sadece dışarı çıkıp koşmak istiyordum ki bütün sesleri duyamayacak hale geleyim. İstiyordum ki hiç güneş açmasın, hava hep yaz yağmuru sonrası gibi kasvetli; ama sıcak olsun ve ben kendimi hissedemeyene kadar koşup bu şarkıyı söyleyeyim:

“But you're not gonna crack
No you're never gonna crack

Run my baby run my baby run
Run from the noise of the street and the loaded gun
Too late for solutions to solve in the setting sun
So run my baby run my baby run”

Hastaneden çıktıktan hemen sonra bırakmadı Zeynep beni, şaşırıyordum. Nasıl cesaret edebiliyordu yanımda kalmaya? Ben bile ona yaklaşmaya bu kadar korkarken o nasıl duruyordu. Belki de toparlanmaya çalışıyordu ya da beni kurtarabileceğine inanmak istiyordu. Bir ışık arıyordu, gözlerimin parlamasını bekliyordu. Parlamazdı ki artık. Bir çeşit katildim ben, hayatınızda görebileceğiniz en soğukkanlı katillerden. Tetiği çekerken elim titrememişti bile, mermi delip geçmişti onu. Talan etmişti.
Aynı yatakta yatmıyorduk artık, aşık olduğum kadına dokunamıyordum bile. Tek kelimelik cevaplar veriyordu sorduğum sorulara onun dışında konuşmuyordu. Yıllık izninin bir haftasını daha kullandı. Saldırıya uğradım diyebilirdi aslında; ama korkuyordu sanırım. Biri şüphelenir diye gururundan yapamıyordu, itiraf edemiyordu. Bütün gün evde oturmasına rağmen sabahları saatlerce uğraşıp makyaj yapıyor, yara izlerini kapatıyordu. Eskisi gibi görünmek istiyordu, belki de aynaya baktığında eski halini görebilirse olanları yaşanmamış gibi kabul edebileceğini sanıyordu. Nasıl umutsuz bir durumdu bu, katiliyle aynı çatı altında olmak zorunda hissediyordu belli ki kendini.

- Yüzüne sürdüklerin yüzünden yaraların geç iyileşebilir, izi kalabilir.
- Kalsın.
- ...
- ...
- Ben değildim o.
- ...
- Yani seni bu hale getiren, ben değildim.
- ...
- Sen de değildin. Bir başkasıydı sanki. İçimden bir başkası birilerinden intikam alıyordu. Kimim ben! Tanrım, deliriyor muyum? Belki de psikolojik tedaviye ihtiyacım var.
- Belki.

İlk defa bir şeyler söylemeye cesaret edebilmiştim. O da bir şeyler söyleseydi eğer, onun için tedavi olabileceğimi söyleyecektim. Ona ihtiyacım olduğunu anlatacaktım, “Kurtar beni.” diyecektim. Çok boşluk vardı konuşmalarımızda, hemen hemen hepsi üç noktalarla doluydu söyleyebilirdim. Söylemeye yüzüm olsaydı, belki birazcık gücüm olsaydı...

“Çok fenayım bu ara
Dokunsan ağlayacağım
Hüngür hüngür, şeffafkelime etmeden
Sakin sakin...
Ordan öylece bakacaksın belki de sen de
O kadar keskin gözükecek ki her şey
Dokunmaya korkacaksın
Öylece duracaksın
Zaten dokunsan daha çok ağlarım

Suçluluk psikolojisi de buna
Seri katil takıntısı ya da
Ne dersen farketmez, canımı yakıyor
İnadına su yüzünde kalmaya çalışmak

Boğazımı acıtıyor
Ve
Ve hiç bu kadar tozlu bir hayat görmemiştim
Bu kadar pürüzlü
Rahatsızlık verici

Canım acıyor
Dokunsan ağlayacağım
Öylece duruyorum

Gecenin iğrenç, bunaltıcı bu hali
Tik tak, tik tak

Oysa bilsen ki tek bir cevabın mutlu eder belki beni
Biraz daha farklı olurdu kim bilir
Ama biliyorum ki
Çok keskin olacak her şey
Kanırtacak, kanatacak
Dokunmaya korkacaksın
Öyle duracak
Geçecek, gidecek

Nefel al, nefes al...
Lanet olsun nefes al...
Öldüm ben...”


İşin kötüsü gideceğini de söylemiyordu, tamam zaten yanımda değildi; çoktan gitmişti benden, yine de gitmiyordu tamamen. Eşyalarını toplayıp bir otele yerleşebilirdi, hatta bir ev bile tutabilirdi kendine. İlla annesine, arkadaşlarına olanları anlatmak zorunda değildi. Gitmemişti, hâlâ evindeydi. Diyordum bazen yoksa hala sevdiğinden mi gitmiyor, benden vaz geçemiyor mu? Öylece gitmek, beni bırakmak istemiyor mu? İyileşebileceğime inanıyor mu?
Kimi kandırıyordum? Zayıf olduğu için gitmiyordu, gitmiyor da değil yerinden kalkıp gidemiyordu. Aciz görüyordu herhalde kendini, kalkarsa yerinden çıkar giderse düşer, kalır bir yerde diye korkuyordu. Kendine bile karşı koyamaz içi çürür gider diye korkuyordu. Oysa kendisi için en tehlikeli yerde duruyordu, hiçbir arka, tenha sokak benim yanım kadar kötü değildi. Asıl korkması gereken yer benim yanımdı.
Bir hafta kadar sonra işe başladı yeniden. Her gün rutin haline gelmişti, yaralarını makyajla kapatmak. Biraz daha iyi gözüküyordu Morluklarının rengi bir ton daha açıldığında ve bir ton daha, bir ton daha gitme vaktinin yaklaştığını hissediyordum.
- Kimdin?
- Efendim Zeynep, kim kimdi?
- Ben değildim demiştin, kimdin?
- Annemdim.
- Ben kimdim?
- ...
- Neden?
- Keşke her şeyi anlatabilseydim çok önceleri, gömdüğüm yerlerden çıkarıp da.
- Keşke...

9. Bölümün Devamı - I

Aslında ilaçlar, tedaviler ve tabiki Zeynep iyi gelmişti bana. Yine ilaçlarımı kullanıyordum tabi ama bir kırılma noktası her şeyi aldı savurdu, dağıttı.

Sevdiklerime acı vermek hoşuma mı gidiyor sanıyorsunuz? Kendimden nefret ediyorum. En çok da, Zeynep konusunda.

Zeynep beni lanetle anıyor. Hayatımda kimseyi o kadar çok sevmemiştim ben, insan sevdiğine nasıl yapabilir bunu? Her gün, her dakika bunu soruyorum ben kendime. Beşinci mevsimi nasıl kupkuru bir çölde kum fırtınasına çevirebildim? Nasıl bir canavarım ben? Hayatını berbat ettiğimi biliyorum; ama o an o korkunç şeyleri yaptığım insan Zeynep değildi, ben de Alp değildim. Annemdim o an, Zeynep de babam. Zeynep “Nazım Baba” dediği anda, babamla aramın neden kötü olduğunu sorduğu anda ona dönüşüvermişti. Karşımda duran kanlı canlı Nazım Aydın’dı, hiç bu kadar yakınımda durmaya cesaret edememişti.

Ben de hiç bu kadar yakınımda ve savunmasız bulmamıştım onu. Zayıftı, kendini koruyamazdı, çelimsizdi. Bana boyun eğmek zorundaydı, tek çaresi bana yalvarmak olan bu yaşlı adama yapabileceklerimin sınırı yoktu, yalnızdık. Ben de bunu farkettiğim anda annem oldum işte, Sevda Yanoğlu’ydum. Önce içimde tarifsiz bir sinir belirdi. Göğsümün ortasında, içimde yırtıcı bir hayvan vardı sanki. Öyle belgesellerde gösterilenlerden değil, hani zavallı ceylanın üstüne atlayanlardan falan bilimkurgu filmlerinde ortalığı talan edenlerden, insanları vahşice öldürenlerden; çünkü ancak insan aklı yaratabilirdi öyle bir vahşeti. Tanrı’dan geliyor olmazdı, doğal, yaşayan bir form olamazdı. Olmamalıydı da zaten, o kadar kana susamış bir yaratık var olmamalıydı.

İşte o benim kaburgalarımın altında, dışarı çıkmak için içinde pislik birikmiş iğrenç tırnaklarını derime geçiriyordu. Sağır edici derecede yüksek ve ince bir sesi vardı, ne dediğini anlamıyordum bu da beni sersemleştiriyordu. Bilmediğim bir dilde konuşuyordu, anlayamamak beni daha da hırçınlaştırıyordu. “Ne var? Ne var?” diye bağırıp çağırıyordum ona.

Kokusu mide bulandırıcıydı, içim kokuşmuştu sanki. Burnuma göğsümden yayılan o koku geliyordu. Çürümüş et kokusu gibi ya da bilmiyorum ağır bir koku. Makine yağı ya da formaldehitle karartılmış kadavra... Berbattı. Tadı ağzımdaydı, acımtırak; boğazımı yakıyordu. Öksürüp onu içimden atmaya çalışıyordum. Ciğerleri dışarı fırlayacak gibi derler ya işte öyle, sadece ciğerlerimin gitmesi yetmezdi içimi temizlemeye tüm orgalarım gitmeliydi. Hafif bir sıcaklığı vardı, sıcaklığı bile mide bulandırıcıydı, cehennemi mi getirmişti yanında bilmiyorum. İçimden çıkan şey tam anlamıyla “cehennem”di. İnsan aklıyla beslenen iğrenç bir cehennem. Zeynep, ona karşı savunmasız ve korkmuş bir şekilde bana bakıyordu. Yine de sakinleştirmeye çalışıyordu beni, kendime zarar vermemem için direniyordu. Benim cehennemimse ona hiç acımadı.

Bir süre sonra yardı göğsümü neşteriyle, hafifçe titredi derim sonrasında açıldı. Kaburgalarımı açtı, işkence aletine benzer bir şeyle, diri diri; morfin olmadan zerre uyuşturmadan göğsümü açtı ve beni ele geçirdi. Tüm acıyı hissedebiliyordum, siz... Siz de hissedebiliyor musunuz? Hayır, yeterince hissedemezsiniz... Kan kaybından nasıl kendinden geçer insan öyle gerisi. Sonrası o, ben değilim. Değildim, yemin ederim, ben bu değildim. O sırada, o iğrenç canavara direnirken bir şeyler kırdım döktüm, hatırlamıyorum. Beynimde sesler yankılanıyordu sadece, kırılıp dökülme sesleri. Babamın sesi gibi gelen Zeynep’in sesi.

- Alp, sakin ol. Ne olursun yalvarırım. Bak benim Zeynep, karınım ben senin. Aşık olduğun kadınım, bak bana.

- Kimsin sen? Kimsin? Ne bilirsin sen?

Durduramıyordum içimdekini, karşımda “babam” vardı; yani en azından o an öyle görüyordum. Annemin yıllarca bana yansıtmadığını sandığı her şey; sarhoş olup sızdığı geceler, ağlamaktan şişen gözlerini ertesi gün buzla dışarı çıkılabilir hale getirmesi, o buz torbaları, saçlarını kazıdıktan sonra kullandığı perukları, kesiklerle dolu vücudu... Hepsi bir bir gözümün önüne geliyordu. Annem anlatmazdı, konuşmazdı; oysa ben hep bilirdim.

Aşık olduğum kadın değildi karşımdaki, ben onun aşık olduğu adam değildim. Kırıp dökmek sinirimi arttırmıştı, doymuyordu cehennem, asıl onun canını yakmak istiyordum. Annemin içinde biriktirdiği tüm kırgınların öcünü aldım babamdan. Annem oldum tamamen. Her intihar girişimimde, her bileklerimi kestiğimde, oğlum beni her öyle gördüğünde yaşadıklarımı o da yaşadı; ölümün tadına bakması gerekiyordu ve baktı. Dudağının patladığını hatırlıyorum, onu yere fırlattım birkaç kez çürükleri ve kırığı da bu yüzden oldu. Kırdığım vitrinin camıyla kolunda birkaç yara açtım. Onun benim içimde açtıklarının yanında yüzeysel olmamalıydı, derinleştirdim bu yüzden; daha derin, daha da derin.

Çocuğuma istediğim hayatı verememiş olmanın, beni kötü anne yapmış olmanın verdiği bütün nefreti ona akıtttım. Zehirimi açtığım yaralarından vücuduna verdim, kalbi her attığında zehirledim onu. Vücuduna zehri pompalamasını zevkle izledim. Yüzünü gözünü dağıttım, onu bana yaptıklarına pişman ettim. Beni terk ettiğine, aldattığına saçları ellerime geldiğinde tel tel pişman oldu. Bana geri dönmek istedi, bense ondan nefret ediyorduım.

Onu o acınası halde, bıraktım ve gittim. “Umarım geberir.” Dedim çıkarken de içimden.

Evden çıktım, merdivenleri indim. Apartmanın girişindeki aynada kendimi gördüm, uykudan uyanamamış bir çocuk gibi açamadım gözlerimi, kapadım sıkı sıkı. Açtığımdaysa görebiliyordum ufak karaltılara rağmen: Alp’tim ben. Birden kendime geldim, yukarıdaki babam değildi, Zeynep’ti. Hayal meyal görüntüler geldi gözümün önüne, son bir saati gördüm kare kare. Dışarı çıktım apartmandan, deli gibi koşuyordum, koştum; daha da uzağa koştum. Nefesim kesilmişti, öksürmeye başladım, yine ciğerlerim içimden çıkarcasına. Sadece birkaç yıldır sigara içiyordum; ama yıllardır ciğerlerini tükenmiş bir tiryaki gibi öksürüyordum, sanki nikotinle dolmuştu bütün damarlarım, nikotin- kan karışımı iyice ağdalaşmış, pıhtılaşmış hareket etmiyordu; öylece kesilmişti nefesim. Nerede olduğumu bilmiyordum. Göğsümdeki yara açıktı; ama canavar gitmişti. Canımın acısı geçmemişti, sersemlemiştim.

Zeynep’i ne hale getirdiğim geldi gözümün önüne yine. Zeynep’in yüzüydü o hale gelen. Onu duvara vurduğumda patlayan öpmeye doyamadığım dudaklarıydı. Kanın tadı geldi ağzıma, midem bulandı.

Boyları kısaydı, iki kişilerdi, cinsiyetleri açıkça belli olmuyordu: birisi çok güzeldi, porselen gibiydi teni. Öbürününse yüzüne bakmak istemiyordum çok çirkindi, yüzü yaralıydı. Saçları yoluk yoluk ve uzundu. Sol kolunda derin bir yara izi vardı, kabarık şekilde. Bakamıyordum, Zeynep’in de vücudunda buna benzer izler kalacak mıydı yoksa?

- At kendini.

- Ne? Kimsin sen?

- At kendini, yoksa biz yapacağız. Öldür kendini. Sen şimdi yaşamayı hakkettiğini mi sanıyorsun?

Yine koşmaya başladım, geldiğim yerden geri dönmeye çalıştım. Onlardan kaçmaya çalıştım. Beynim o kadar dönmüştü ki yapamadım. Bir taksiye bindim.

- Sen aşağıda bekle ağabeyciğim, bir yaralımız var yukarıda. Onu hastaneye götüreceğiz.

Biraz daha sağlıklı düşünebilmeye başlamıştım, o tanımadığım insanlar kaybolmuştu. Aklımda olan tek şey Zeynep’i kurtarmaktı. İçeri girdiğimde Zeynep’i cenin pozisyonu almış yerde yatarken gördüm. Geldiğimi görmüştü, daha da kapandı; nasıl korkmuştu kim bilir? Biz birbirimizin “hayatı”ydık, nasıl bir darbeydi böyle benim vurduğum? Yine devam etmeye kalkarsam onu öldüreceğim kesindi, bunu biliyor olmalıydı. Korkuyordu.

- Zeynep! Zeynep! Hastaneye gitmeliyiz, zarar vermeyeceğim sana. Lütfen izin ver, seni götüreceğim. Sana dokunmama izin ver.

Kendini var gücüyle geriye attı ona dokunamamam için. Dokunsam bile yaralarını hissettiğimde, kanı elime bulaştığında derim yanıklarla dolacak biliyordum. Dayanamayacağım onu bu şekilde kucağımda taşımaya, üstelik de “Seni koruyacağım, kimse sana zarar veremeyecek.” diyemeyeceğimi bile bile.

- Zeynep! Geçti!

Bayıldığını farkettim o anda. Acıdan ya da başını çarptığı için bilinci bir şekilde kapandı. Önce dokunmaya çekindim; ama o haliyle daha fazla dayanabilmesi zordu, kim bilir nasıl acı çekmişti? Bir hışımla kucakladım onu, aşağıya indim.

- Vah, vah, ne olmuş yengeye?

- Hırsız... Hırsız girmiş eve.

- Senin üstün başın da harap olmuş, sen de mi boğuştun hırsızla?

- Gittiğimde hâlâ oradaydı şerefsiz, kaçtı. Nereye gitti göremedim.

- Çağırsaydın keşke delikanlı, insanlık öldü mü?

- Bilemedim, biraz hızlı sürer misiniz?

Anlamıştı taksici, çünkü üstüm başım taksiye ilk bindiğimde de bu haldeydi. Bir şeyler olduğunu anlamıştı. Polise haber verseydi ne yapardım ben? Meyra anneye nasıl haber verebilirdim beni içeri alırlarsa, Zeynep yalnız mı kalacaktı. Beynimde bir sürü şey dönüyordu yine.

O artık uzun bir süre tutunamayacaktı hiçbir şeye ve dipsiz bir kuyunun içinde sürekli düşmeye devam edecekti. Dibe bile vurmayacaktı belki, o kadar desteksiz, o kadar boşluk...

***

Zeynep Gökmen Aydın

O gün olanlarla ilgili bildiklerim bu anlatıklarım sadece; çünkü acıdan bayıldım sanırım sonra, hastane odasında açtım gözlerimi. Arada ne oldu bilmiyorum, belki devam etti yeniden. En kötüsü neydi biliyor musunuz? Odaya giren doktor, hemşire, hasta bakıcı hatta hademe bile durumun farkındaydı; kocasından dayak yemiş zavallı bir kadındım onlar için. Kendim içinse durum daha da yaralayıcıydı, kariyerinde çok iyi bir noktada, zengin, entellektüel ve “dayak yiyen” kadın; hem de deliler gibi aşık olduğu adamdan. Hem de öldüresiye... Nefretle... Alp’in gözlerindeki nefreti görebilmişti, o bir sürü sahne arasından. Bir daha nasıl bakabilirdi gözlerine, ateş gibi yanan; intikam, nefret dolu o gözlerine...

- Evet anneciğim, Alp doğru söylemiş; bir haftalığına kafamızı dinlemeye tatile çıktık. (....) Abant’a, Yedigöller... Harika bir yer burası... Öpüyorum seni tatlım, görüşürüz.

Anneme bu yalanı uydurmuştuk, neyime güvenerek bilmiyorum. Annemi üzmemek için yapmıştım; ama Alp’le aynı odada, küçücük hastane odasında olmam ne kadar doğruydu? Dışarıdan baksanız beni başkasının o hale getirdiğiniz sanardınız. Alp eskisinden de şevkatli, merhametli biri olmuştu; yine de ona güvenemezdim tabiki. İşin acı yanı da buydu, acizdim. Basbayağı acizdim; ona bağımlıydım, yaralarımı sarabilecek başka kimsem yoktu, kimseye söyleyemezdim.

Şimdi güleceksiniz, özellikle de erkekler gülecek; belki kadınlar anlar beni. Aynaya baktığımda kendimi o kadar zavallı hissediyordum ki anlatamam, güzel bir kadındım ben; yüzüm sanki elimden alınmıştı, güzelliğim elimden alınmıştı. Vücudum ipek gibiydi benim, hiç yara ya da sivilce izi yoktu; alınmıştı elimden o da. Bu halimle kime, ne söyleyebilirdim? Düş kırıklığının tadı genzimi o kadar yakıyordu ki ağzımı açmaya bile halim yoktu. Gözümün önüne aynadaki görüntüm geliyordu, hem dış görüntüm hem içim acizdi, eksilmişti. Kendimi bir sabah uyanmış da birkaç uzvu eksilmiş gibi hissediyordum, şımarıklık değil bu; değil. Öyle hissediyordum, nasıl değiştirebilirdim ki?

***


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails