14 Ağustos 2010 Cumartesi

12. Bölümün Devamı


- Siparişinizi alabilir miyim efendim?
- Zeynep?
- Ben ton balıklı sezar salata ve beyaz şarap rica ediyorum.
- Tavuk ızgara ve beyaz şarap.
- Pekala efendim.
- Nerede kalmıştık Zeynep
- Bahanelerini sıralıyordun, içindeki nefretin bahanelerini.
- Nefret bir duygu Zeynep, başka duyguların birkaç yıllığına dönüşmüş hali. Sana olan aşkımın ters yüzü.
- Ne dememi bekliyorsun, sana acıyayım mı? Seni anlayıp, sana hak mı vereyim; bu mu derdin? Gururunu kurtarmana izin vererek içinin rahatlamasını mı sağlayayım?
- Ben sadece bilmeden gitmeni istemiyorum.
- Neyi?
- Seni sevdiğimi, çok sevdiğimi, deli gibi sevdiğimi. Özlediğimi, kokunu özlediğimi.
- İnanmakta zorluk çekiyorum artık buna Arda, bir zamanlar evet; ama şimdi?
- İstediğini söyle buna Zeynep. Hastalık ya da takıntı, ne olursa. Film mi bu, senelerce sürer mi bir karşılıksız aşk. “Aşk”a aklım ermeye başladığı an, senin adınla başladım hayata ben. Senelerce nasıl sürer? Başkalarına aşıkken hatta sana nasıl aşık kalabilirim, hayatımın arkaplanına seni nasıl yerleştirebilmişim ki solmamış rengin hiç. Doğrusunu istersen, mantıklı bir açıklama yapamıyorum. Ben kimseye bu kadar aşık kalınabileceğine inanmadım, hayatıma da böyle devam ettim. Belki de hep sana aşık olduğum içindi, öyle büyük yer kaplamıştın ki ruhumda, orası senin evin oldu. Sana yuva oldu, başka kimseyi kabul etmedi kendine. O kadar renkli bir resim yapmıştın ki, üzerine hiçbir renk, hiçbir boya tutmuyordu. İz bırakmadan kaybolup gidiyor ve geriye yine sen kalıyordun. Ne olursa olsun, şimdi burdayım ve olmak istediğim başka bir yer yok; bir başkasında yokum ben. Sadece senin gülümsemen benim ha-yatım, sadece senin dudaklarının kenarında. Mümkün mü bu? Bir obsesifin senelerce süren platonik aşkı gibi mi? Nasıl bitmez hâlâ şaşırıyorum, bitmedi... Hiç bitmedi, arttı; arttı... Daha fazla ne yapabilirim ki, elimden ne gelir ki bundan başka. Çok mu hastalıklıyım? Korkutuyor muyum seni?
- ...
- Uzunca bir sessizlik... Benden çok şey anlattın susarak. Anladım... Geç kaldım. Bugün erkenden gelip oturdum oysa, bekledim seni. Yine de geç kaldım, öyle değil mi? Çok geç kaldım...
- ...
- Anladım.

Her gittiğim yerde eski şarkılar çalmak zorunda mı sanki. Niye hep geçmiş? Arda’yı geçmişimi geride bırakmak isterken ben, hep önüme niye çıkıyor tüm bunlar.

“Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de

Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim

Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı
Yokluğuma emanet et sen de
Benden kalanları

Her şeyi al bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer başka zaman
Sensiz ömrüm olsun…”

Müslüm Gürses’in şarkısıydı bu, Murathan Mungan yazmıştı sözlerini, öyle doğruydu ki birbirimizden aldıklarımızı geri veremeyeceğimiz. Hem zaten ben ondan aldıklarımı elimde tutabilecek, saklayabilecek kadar bile bağlı değildim. Hemen bulduğum ilk uçurumdan aşağı savurmuş ve kurtulmuştum vicdan azaplarımdan. Onun da vicdan azabı çekebilecek kadar cesur olacağını hiç zannetmiyorum, yani büyük ihtimalle onun da benden aldıkları şimdi sü-rüklenip hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir zamanda, mekanda salınıp duruyordu. Bu yüzden de birbirimizi sonsuza kadar eksik bırakmıştık. Şimdiyse tek istediğim başka bir yerde, başka zamanlarda, yıllarda onsuz bir hayatımın olabilmesiydi. Yaşadıklarıma “hayat” diyebilecek olmaktı orada… Ha benden kaldıysa bir şey elinde, hatta geri verebilecekse bile, bendeki her şeyini alıp bana beni geri verebilecekse bile, artık işime yaramazdı zaten, şarkıda “yokluğuma emanet et” diyor ya, işte benim yokluğum bile istemiyor artık, Arda’nın kokusunun sindiği yanlarımı. Bense elimde olan her şeyi ona vermek için gitmiştim; çünkü elimde olanlarla hiçbir yere kıpırdayamazdım. Ayağıma dökülmüş betondu o ve gittikçe kuruyordu, grileşiyordu, grileştiriyordu; bir gün eskaza denize düşsem sonumu hazırlardı. Çırpınamadan dibe batardım; ne komik sanki şimdi başka bir şey yapıyormuşum gibi…

O yüzden her şeyi verdim ve tutmayan dualarımla onsuz bir ömrüm olmasını diledim….
- Gidiyorsun demek? Ne zaman?
- Haftaya Cuma.
- Bir haftan var yani, her şeyle vedalaşabilmek için.
- Vedalaşacağım pek fazla kimse yok zaten.
- Umarım mutlu olursun.
- Sağol, sen de...

Konuşmaya gücüm yoktu onunla. Aşık mıydım? İşte ona verebileceğim bir cevabım yok. Önce şu aşkı tanımlasanıza siz bana, benim gücüm kalmadı da... Bir kere daha aldatırsa hayat beni, ölürdüm büyük ihtimalle. O yüzden birinin bana güven vermesi için öyle çok şey gere-kiyordu ki, dünyaları önüme serse beni sevdiğine inandırması zordu. Beni bir şeylere gücüm olduğuna inandırması çok zordu…

Her gün ayrı bir veda olacaktı benim için haftaya cumaya kadar. Tabiki normalde on gün önceden böyle bir şey istenmezdi kimseden.

- Bir ay vaktin var Zeynep, tabiî ki kabul etmek zorunda değilsin. Ben sadece bu işi iyi kotarabileceğine inandığım için seni önerdim.
- Teşekkür ederim Haldun Bey, gurur duydum. Aklımda bir şüphe yok, kabul ediyorum Yalnız, bir aydan daha kısa bir sürede gitmeyi tercih ederim. En yakın ne zaman başlayabilirim acaba? Bu konuda bana yardım edebilir misiniz?
- Tabi Zeynep görüşürüm Signore Tardelli‘yle. Sanıyorum beni geri çevirmezler ve is-tediğin kadar erken başlayabileceğini söylerler; ama sen emin misin? Sonuçta bu insanların tereddüte düşecekleri bir karar. Her şeyini geride bırakacaksın, başka bir ülkeye gideceksin. Benim kızım gibi oldun bu kısa sürede, yanlış bir karara yönlendirmiş olmak istemem seni.
- Merak etmeyin Haldun Bey, ben iyice düşündüm ve kararımı verdim. Mümkünse on gün benim için yeterli olacaktır.

Yani bu benim zamanını bile belirlediğim Veda’mdı. İpler sonunda benim elimdeydi, işin ucunda kaçmak bile olsa benim kararımla, benim insiyatifimleydi ya o da yeterdi. Sonunda “benim” sahip olduğum, kararlarım, ben, kendim, hayatımı etkileyebiliyor; kontrol edebiliyordum ya o da yeterdi. Şu durumda, şu yaşananlardan sonra buna da şükrediyordum. Annem için kabullenmesi çok zor oldu; ama Biliyordu ki İstanbul bundan sonra beni tüketmekten başka bir şey yapmayacaktı. Babama gittim sonra adaya. Hayır, adaya değil; babama... Senelerdir gitmemiştim. Sevmiyordum mezarlık ziyaretlerini _ Gerçi kim sever ki?_.

- Yapamadım baba, yapamadım. Görebiliyor musun beni? Kaybettim ben. Bu oyunu kaybettim baksana, bir sürü kötü şey oldu. Düzeltemedim. Şimdi düzeltmeye gidiyorum ya da kaçıyorum. Beni affedebilecek misin? Bilmiyorum ki nerede yanlışlık yaptım? Belki sen ya-şasaydın ve o kırmızı ambalajlı çikolatalardan getirebilseydin bana her şey farklı olurdu… Sonra ne bileyim, belki sen durdurabilirdin beni, “Yapma.” Derdin, hata yaptığımı görürdün… Keşke yaşasaydın, keşke ben yüzünü hatırlamak için fotoğraflarına bakmak zorunda kalmasaydım ayda bir defa. Sonra, öyle korkardım ki sesini unutacağım diye… Gerçi sesini unuttum sanırım, hayal meyal, emin değilim; sesi kulağımdan gitmiyor derler ya, öyle değil işte ne yazık ki… Keşke yaşasaydın baba…

O kadar zor bir şey ki insanın yenilgiyi kabullenmesi, ne kadar dibe battığımı düşünsem de hep geri dönebileceğime dair bir umudum varmış meğer. Hep bir mucize beklemişim, bir gece uyuyakalmayıp da güneşin doğuşunu izleyebileceğime inanmışım hep. Evimde, penceremden o manzarayı görebilmeyi ummuşum, yıllardır her gece uyuyakalsam da; ama şimdi aynı man-zarayı görme ihtimalim ortadan kalkıyor. Artık uyuyakalmasam da bir şey fark etmeyecek… Size bir sır vereyim mi, o kadar iyi biliyorum ki orada da her gece uyuyakalacağımı; aynısını göremeyeceğimi bile bile isteyeceğim güneşin doğuşunu izlemeyi; ama her gece, her gece uyuyakalacağım zerre şüphem yok… Bu aramızda kalsın, lütfen…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails