Yazının şarkısı, Thirteen Senses - Do No Wrong
Eve dönüş, yuvaya dönüş, öze dönüş, anne karnına dönüş… Bir şekilde hepsi kavuşmayı anlatıyor, kulağa güzel ve sıcak geliyor. Ayakkabılarını, makyajını, kıyafetlerini bir kenara çıkarıp atmak ve ayakların yeri çok çok hafif hissederken arkandan seni birinin iteklediğini hissetmişsindir. O sokağa girmemen gerektiğini sokağın ortasındaki kalabalıktan anlamış, yine de oraya sürüklenmişsindir.
Cenaze arabasını görebiliyordum ve sokağın ortasında bir sürü insanı, başı kapalı, gözleri kıpkırmızı olmuş ve şişmiş kadınları… ağlamamak için kendini tutan “beton gibi dur.” Diye kendilerine telkin veren erkekleri, bunlar onun için rutin olduğu için soğukkanlılıkla dua eden ve teselli veren imamı… Hepsini sokağın başından çok net görebiliyordum. Trafiğin işlemediği de belliydi, kaldırımda da yolda da boş yer yoktu. Hepsinin farkındaydım… Sadece görmek istedim, uzaktan gözlemlemek, ne aralarında karışmak ne de acılarını anlamak… Ben zaten biliyordum birini kaybetmenin hissini, cenaze arabasının arkasında duran tabutun her ayrıntısını daha önce incelemeye vaktim olmuştu, dua bile edememiş dağılmıştım. Zaten biliyordum, kalabalığın içinde yer almanın ne demek olduğunu…
Ardından arkamı döndüm, olduğu gibi geri döndüm… Alt sokağa geçebilmek için ara yola kadar bile gelememiştim çünkü… Belki de gelmiştim emin değilim, fark edemedim o an. Zaten kulaklarım duymuyordu, sadece bir gün her şeyin bir senaryo olduğunu size kabul ettirebilirsem final müziği olabileceğini düşündüğüm şeyi dinliyordum. Bu şarkıyı, Thirteen Senses – Do No Wrong…
Eğer her şeyin bir senaryo olduğuna inandırabilirsem sizi, filmin ilk gösteriminde ayakta alkışlanırken bu şarkı çalsın istiyorum. Ellerimi birbirne kenetleyip çok buruk bir gülümsemeyle selam vereceğim o zaman…
Aslında her şey terk edilmiş bir depoda başlayacaktı, planım oydu… Belki yirmi otuz sene önce, bir cinayetin ardından... Sadece suçluluk duygusu; ama içinde bir yerlerde kendini haklı çıkarmak için elinden geleni yapacaktın... Fark ettim ki her şey kontrolümde değil...
Her şey bir çıkmaz sokakta başladı, aslında çıkışı olmadığından değil… Başta anlattım, cenazenin arasına karışıp oradan çıkıp gidebilirdim. Ben geri dönmeyi tercih ettim.
Şimdi her şey yeniden başlıyor, o sokağın tam da ortasında hikayeye sadece tanıklık etmiş dört duvar arasında… Kendi içindekilerden başka bir şey bilmeyen dört duvar. Otuz sene boyunca tek bildiği yaralanmak, çürükler oluşturmak ve rutubetlenmek olan dört duvarın anlatabilecekleri ne kadar tatmin edecekse bizi o kadar…
Cenaze arabasını görebiliyordum ve sokağın ortasında bir sürü insanı, başı kapalı, gözleri kıpkırmızı olmuş ve şişmiş kadınları… ağlamamak için kendini tutan “beton gibi dur.” Diye kendilerine telkin veren erkekleri, bunlar onun için rutin olduğu için soğukkanlılıkla dua eden ve teselli veren imamı… Hepsini sokağın başından çok net görebiliyordum. Trafiğin işlemediği de belliydi, kaldırımda da yolda da boş yer yoktu. Hepsinin farkındaydım… Sadece görmek istedim, uzaktan gözlemlemek, ne aralarında karışmak ne de acılarını anlamak… Ben zaten biliyordum birini kaybetmenin hissini, cenaze arabasının arkasında duran tabutun her ayrıntısını daha önce incelemeye vaktim olmuştu, dua bile edememiş dağılmıştım. Zaten biliyordum, kalabalığın içinde yer almanın ne demek olduğunu…
Ama hiç dışında olmamıştım, hiç dışardan bakmamıştım… Yaklaştım, girdim o sokağa, bir öze dönüş müydü bilmiyorum… Yaklaştım, yarısına kadar yürüdüm, kalabalığa kadar yürüdüm. Hiçbir şey duymak istemiyordum, onları anlamak değil, görmek istiyordum sadece… Sokağın yarısına geldim, kaldırıma park etmiş arabalardan geçiş olmayacağı belliydi. Yine de yarıya kadar geldim…
Ardından arkamı döndüm, olduğu gibi geri döndüm… Alt sokağa geçebilmek için ara yola kadar bile gelememiştim çünkü… Belki de gelmiştim emin değilim, fark edemedim o an. Zaten kulaklarım duymuyordu, sadece bir gün her şeyin bir senaryo olduğunu size kabul ettirebilirsem final müziği olabileceğini düşündüğüm şeyi dinliyordum. Bu şarkıyı, Thirteen Senses – Do No Wrong…
Çünkü müziğinde derimi bulanıklaştıran, bir yerlere çeken bir şeyler var… Etimi dört bir yana ayırıyor, ama zannettiğiniz gibi değil, acı verir gibi, keser gibi ya da işkence aletiyle gerilir gibi değil. Suyu fazla gelmiş, sulu boyanın düşük kalite defter kağıdında dağılması gibi… Tüm vücudumu böyle dağıtıyor ve bulanıklaşıyorum işte… O kalabalığı yarabilecek hale geliyor bedenim, içlerinden geçip gidiyorum. Hislerim yarı yarıya kaybolmuş, sesler uğultu, hava buz gibiydi biraz önce ama çok hafif hissedebiliyorum şimdi, görüntü flu… Bir anda maddesel olmaktan öteyim…
Eğer her şeyin bir senaryo olduğuna inandırabilirsem sizi, filmin ilk gösteriminde ayakta alkışlanırken bu şarkı çalsın istiyorum. Ellerimi birbirne kenetleyip çok buruk bir gülümsemeyle selam vereceğim o zaman…
Aslında her şey terk edilmiş bir depoda başlayacaktı, planım oydu… Belki yirmi otuz sene önce, bir cinayetin ardından... Sadece suçluluk duygusu; ama içinde bir yerlerde kendini haklı çıkarmak için elinden geleni yapacaktın... Fark ettim ki her şey kontrolümde değil...
Her şey bir çıkmaz sokakta başladı, aslında çıkışı olmadığından değil… Başta anlattım, cenazenin arasına karışıp oradan çıkıp gidebilirdim. Ben geri dönmeyi tercih ettim.
Şimdi her şey yeniden başlıyor, o sokağın tam da ortasında hikayeye sadece tanıklık etmiş dört duvar arasında… Kendi içindekilerden başka bir şey bilmeyen dört duvar. Otuz sene boyunca tek bildiği yaralanmak, çürükler oluşturmak ve rutubetlenmek olan dört duvarın anlatabilecekleri ne kadar tatmin edecekse bizi o kadar…
Etkileyici ve bir o kadar güzeldi...
YanıtlaSil