19 Kasım 2010 Cuma

Küçüğüm...



Bu sabah senin yerine açacağım perdeyi, kendi ellerimle seni pencerenin önüne oturtacağım çocuğum. Pencereyi de açacağım gerekirse, üşürsün diye omuzlarına yumuşacık bir battaniye bırakacağım, sımsıkı sarıl diye ona... Ellerini pencereden dışarı uzatacağım, yağmuru hisset diye küçüğüm... Ardından yüzündeki gülümsemeyi keyifle izleyeceğim, sen ne kadar mutlu olursan o kadar mutlu olacağım ben de...

Sana soracağım küçüğüm, hayat nasıl bir şey diye... Yağmuru göl kenarında izleyip yağmuru hissetmek güzel mi diye... Yaşayamadığım her mutluluğu tat istiyorum küçüğüm...

Hatta, hatta bir gün kalk da koş bana doğru istiyorum çocuğum..

Önce küçük bir adım atacaksın, sendeleyerek, kendinden emin olamadan... Sonra bir adım daha, ve bir daha, bir tane daha... O gölün kenarında yağmurda ıslan istiyorum küçüğüm...

Aşık ol istiyorum en çok küçüğüm, içinde sıcacık bir kalp hisset... Sevgiyi hisset ellerini pencereden dışarı uzatıp, yağmurlar gibi... Toprak kokusu gibi çek içine hayatı küçüğüm...

Öyle bir sev ki işte küçüğüm, tebessümünün melodisi kalbini aydınlatsın... Hem senin, hem sevdiklerinin, hem de sevenlerinin ruhlarıyla beraber...


Blogdaki yıllanmış yazılardan yine...

18 Kasım 2010 Perşembe

Aşkın hiçbir arzusu yoktur, kendini gerçekleştirmekten gayrı


"Size bir de denildi ki hayat karanlıktır diye ve sizler bezginliğinizde tekrar edegeldiniz, bir bezgin tarafından ne söylenmişse.

Ve ben derim ki hayat, sahiden karanlık, insiyak olduğu zaman başka.

Ve her insiyah kördür, bilgi olduğu zaman başka.

Ve her bilgi beyhudedir, çalışma olduğu zaman başka.

Ve her ne zaman aşkla çalışırsanız kendinizi kendinize raptedersiniz ve ötekine ve Allah'a."

Halil Cibran'ın Ermiş'inden bunlar. Bazen içinizden bir şeyler geçer, gider; ürperirsiniz ya, bu adamın yazdıkları böyle işte...

"Aşk hiçbir şey vermez, kendinden gayrı ve hiçbir şey almaz, kendinden gayrı.

Aşk sahip olmaz, ne de sahip olunabilir.

Zira aşk kafidir aşka...

Ve aşkın seyrini yönlendirebileceğinizi düşünmeyin; zira sizi layık bulursa şayet, aşk sizin seyrinizi yönlendirir.

Aşkın hiçbir arzusu yoktur, kendini gerçekleştirmekten gayrı.

Fakat aşık olursanız ve muhakkak arzulara sahip olmanız gerekiyorsa arzularınız şunlar olsun:

Erimek ve akan bir dere misali olmak, ezgisini geceye mırıldanan.

Aşırı hassasiyetin ıstırabını tanımak.

Kendi aşk anlayışınız tarafından yaralanmak.

Ve kanamak, teşne ve pür neşe.

Şafakta kanatlanmış bir gönülle uyanmak ve şükran duymak bir başka güne."

***

"Birbirinizi sevin, ama aşkı bir sözleşmeye çevirmeyin. Bırakın aşk, daha ziyade ruhlarınızın sahilleri arasında devinen bir umman olsun...

Gönüllerinizi verin, fakat diğerinin himayesine değil."

***

Aşk için böyle yazanı görmedim ben. Biz bir şeyleri yanlış yaptık, birbirimize sahip olmak için, ilk teslim olan olmamak için sırf çırpınıp durduk. Oysa aşk bizim avuçlarımızda bazen de damarlarımızda saf olarak duruyordu, saf alkol gibi... Başka bir niyeti yoktu, nefes aldığımız havaya karışmaktan başka... Sadece içimize çekecektik onu ve ruhumuz onun olacaktı, kavga olmadan, münakaşa ya da rekabet olmadan. "Teşne ve pür neşe" diyor Cibran, kalbimizi açarak, yumuşak, kalbimizin tüm köşeleri törpülenmiş gibi, çok kibar hareketlerle, karşımızdakini incitmeden. Derimizi kırılmasından ölesiyle korktuğumuz porselen bir bibloyla keser gibi. Karşınızdakine susamış gibi, ayağınızı suya batırıp sıcaklığını ölçmeden elbiselerinizi çıkarıp çırılçıplak buz gibi suya atlamak gibi, kana kana içmek gibi.

Etraftan nasıl gördüğümüz, bize nasıl öğretildiği, nasıl dayatıldığı hiçbiri mühim değil. Aşk bizi besler, aşka inancımız vücudumuzun kendini sindirmesini engeller. Ondan bir şeylere inancımızı kaybettiğimizde alarm verir vücut, ondan hastalara hayata olan aşklarını, inançlarını kaybetmemeleri için moral verin derler...

Biz bir yerde yanlış yapıyoruz, çok fazla duvar örüyoruz, kalkanlar tutuyoruz göğsümüzde. Bir şeyleri kaybedecek gibi, sanki kaybetmeden orada olduklarını anlayabilirmişiz gibi... Ermiş'te bir sürü çıplak kadın ve erkek resmi var, bunu doğrular gibi, aşk bizden duvarlarımızı kaldırıp ona karışmamızı bekliyor çünkü... Tabiat bile aynısını ister içten içe...

"Keşke güneşi ve rüzgarı daha fazla teninizle ve daha az esvabınızla karşılayabilseniz?

Zira hayatın soluğu gün ışığındadır ve hayatın eli rüzgarda...

...

Ve unutmayın ki toprak çıplak ayağınıza dokunmaktan keyif duyar ve saçlarınızla oynaşmayı arzular rüzgarlar..."


14 Kasım 2010 Pazar

Anılar - II

Vaktiniz varken toparlanın... sakinleşin, hafifleyin... http://fizy.com/#s/1agrel

Madem eski şiir defterinden başladım, anılarımdan; devam edelim bakalım. ama kısa kısa, hepsini beğenemiyorum yazdıklarımın, çok yol almışım sanırım... siz de anılarınızı hatırlayın ama n'olur güzel anılarınızı hatırlayın, çünkü en çok onlar hatırlanmaya değerler...

...
İstemiyorum ağlamak yanılırım
Zaten donar gözyaşlarım
Ayaklarımın altında ışıltılar
Tepeden dünyaya bakarım
Sanırım
Ne kadar uçarsam o kadar çakılırım
Tüm sağanaklarla gözyaşıydım
Sanırım gözyaşıydım
Ağlayamadım...

***
Kırılgan rüyaların ellerime batmadığı bir yerdeyim
Öyle bir yer ki zor tarif etmesi, kaybolurum
Aşkla boşluğun bir anda yer değiştirmesi
Hiçbirimiz anlamayız, içimizden geçer gider
Ürpeririz...
Belki bir çabadır bu, saklamaktır, kırılmaktan korkmaktır
Hala sarılmamış yaralardır, gözyaşlarıdır silinmeyen
Ama şüphen olmasın hep bir gülümsemedir kendini belli etmeyen...

***

...
Belki de biraz uğraşsam hep aşıktım diyeceğim
Uçuruma da ramak kalmış
Hani tam adımını atarsın da biter ya
Tam heveslenmişken, çarpıntın başlamışken
Ya da bitmez dibi yoktur bataklığın
Batar da batarsın
Orası sayılır işte bu küçük kulübe
Bittiği adımla sonsuza kadar sürecek...

***

...
Her insan bir yıldızdı sanki
Farklıydı hepsinin gözleri
Tüm doslukların, aşkların
Öylesine masumdu ki yürekleri
Ve ben sevdiklerimin gizli saklı sevgilerini
Avuçlarımda getirdim
Gökyüzünden yeni geldim
Başım dönüyor, yorgunum biraz
Ama umutluyum, içim aydınlık
Yine de dedim ya yorgunum
Ellerimden tutun...

Anılar


seviyorum yazıların başlarına, şarkı koymayı... günahlar... günahlar... günahlar... gün gelir zaman bizi aklar... http://fizy.com/#s/1ajg6q

Yine anılar anıları, sahneler sahneleri, şarkılar şarkıları kovaladı beynimde. Anı Kutusu ' ndaki eski pembe şiir defterimi çıkardım, okumaya başladım... altına kimseye yazılmamış, güzel bir şiir diye not düştüğüm, şubat 2007 tarihli bir şiir... Bugün yazdıklarıma göre çok farklı geliyor; ama yine de hoşuma gitti...

Lütfen git artık
Git ki, ben ardında bırakacağın boşluğa alışabileyim
Ne kadar geç kalırsan o kadar yakacaksın canımı

Git lütfen
Bu boşluğun sen gelmeden önce
Orada olmadığını hissetmemem gerek

Git
Sadece sensizlik sonsuza kadar sürsün hayatımda
Ya da kafiye olsun diye sırf
Sensizlik, lütfen...

N'olur git artık
Arkama bakmazdım gururdan
Senin de bakmadığını görmekten korktuğumdan
Git lütfen
Bir boşluk yok arkada
O bile yok...

Git
Söylemeden, hissettirmeden
Ama lüften ben arkamı dönmeden
Sen dönmüş ol köşeyi
Ve o dönemece
Hayatımdan çıktığın köşede
Pencerelerden birine parmak izlerini bırak
Sadece hafifçe dokunarak
Parmak izlerini bırak ki
Ben sana gelmeye çalışırsam bir gün
Doğru yolda olduğumu hissedebileyim...
Biliyorum, seni özlerim...


Hamiş: http://cegla.deviantart.com/ resmi de burdan buldum... deviantart favorilerimden yine...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Tumblr'dan Derleme, Tadımlık Biraz - II

http://fizy.com/#s/1dllik



***

zihnimde bir dörtlükle, bir sahneyle ya da bir replikle uyanırım bazen. kimi zaman uyumuş olmam da gerekmez, insanlarla konuşurken, televizyon izlerken, internette takılırken gelir düşer zihnime bir süre önce hayatımdan çıkıvermiş yine de çok sevdiğim insanların replikleri, sahneleri…

böylece oyun başlar, aynı sahneleri yaratmak için ve aynı cümleleri kullanabilmek için. bir çeşit yad etmek olur böylece. bazen zordur, bazen kolay… ama aynı cümleyi ben de onlar gibi kullanabilirsem kazanmış olurum. bir anımı daha kazanmış, zihnime koymuş olurum.

yaşayarak öğrenirsem unutmam çünkü, sevdiğim insanların kimsenin farkında olmadığı sözlerini böylece unutmamış olurum.

hep benimle kalırlar…


***

Bazen saçma sapan bir hata yaparız. Yanlış insanı seçeriz.

Mesela sarhoş olmamıza rağmen söyleyememişizdir içimizdekileri, sonra her şey deli gibi ters gitmiştir ve tüm domino taşları yıkılmıştır. İçimiz buruk kalır, nefes alamayız, mektuplar yazarız da yazarız. Ben tam on tane yazmıştım mesela, küçüklüğümden beri mektuplarla dolu bir defterin ya da günlüğün her şeyi çözeceğine inanırım çünkü. Esas oğlan, esas kızın yazdıklarını bulur ve da daaaam mutlu son… falan olmaz tabi. Neyse yazdığım mektuplar içimde patladı tabi, başka bir şekilde mutlu olduğumu sandığım bir an yırtmıştım hepsini, ilginçtir on tane olduklarını da o zaman anladım.

Ne kadar mektup yazdığımı anlamam için yırtmam gerekiyormuş meğerse onları…

Bir gün, ki hala kaç mektup olduğunu unutmamışken, bir şey olur ve farkederiz ki, seçmediğimiz yol, kıl payı kurtulduğumuz hatadır. Daha büyüktür, balçıkla dolu bir çukurdur.

En azından birinden çırpınarak çıkmışızdır, çünkü öylesine kesindir ki diğerinin çırpındıkça bizi içine çekeceği, nefes aldırmayacağı.

Oysa aklımızın ucundan bile geçmezdi değil mi, o taraf dünyanın en güvenli yeriydi… değildi… hiç de güvenli değildi, dünyanın en boktan yeriydi.

***

Hani gerçekleşmeyen şeyler için derler ya “olmaması gerekiyordu.” diye… Bazen diyorum ki ya öyle değilse, aslında olması gerekiyorsa… Ya evrende milyonlarca ayrıntının bir bütünü olarak milyarda bir rastlanan bir hata oluştuysa ve karşılaşamadıysak mesela, o lafı söyleyemediysem ben, x kişisi yapması gerekeni yapmadıysa, y kişisi yanlış yola saptıysa… ya yanlış yere yıldırım düşdüyse ve dağılan dikkatler sonucu unutulduysak, kaderimizin yönü yanlışlıkla değiştiyse, ne olacak peki? Hangisi aslında yaşamamız gereken oldu şimdi?

Başınıza gelen bir sürü aksiliği düşünsenize, çok mu imkansız?

Ya kim vurduya gittiysek?

Tumblr'dan Derleme, Tadımlık Biraz - I

http://fizy.com/#s/1lscge


Bazen dışarıda yağmur
yağıyormuş gibi geliyor, hiçbir şakırtı sesi duymadan hem de. Sanki yıkayıp geçiyor sokakları birilerinin gözyaşları, niye ağlıyor bilmiyorum da; ürpertiyor tenimi. Hafiften üşüyorum hem de yani o kadar yakın… Elim ayağıma dolanıyor teselli vereceğim diye, sonra hatırlıyorum: Bu dünyada kimse kimsenin problemini çözemez ya da teselli edemez. Belki beş dakika, o da en fazla. O beni yine ürpertmeye devam ediyor...

***
insanın en değerli duyusu dokunmak bence, bazı şeylerin dokunmadan; hissedilmeden çözülemeyeceğine inanıyorum. kelimeler yanlış anlaşılabiliyor bazen, oysa birine hele de bir kadına dokunduğunuzda anlar o, hisseder.

***

"Yoksa sizinle oyun mu oynuyorum?’ Sinirler gerildi öyle değil mi? Küstahlığın sınırlarını zorluyorum. Daha da zorlayacağım; çünkü cevabım “evet.” Sizinle oyun oynuyorum. Hayat benim oyun bahçem, hepimiz oynuyoruz.
Yeterince zeki olmalısınız. Tamam yenilgilyi ufaktan kabul edin; ama yine de zeki davranın. Size saygımın devam etmesi önemlidir çünkü.
Ama bak _ bu kadar konuştuk samimileşiyorum artık biraz_ yine söylüyorum.
Ağlayacaksan oynamayalım.”
Bir romanda ya da hikayede hatta şiirde, önce bir fotoğraf karesinin sonra da herhangi bir karakterin aklından o anlık geçen bir şeylerin ardından giderim.
***

bazen diyorum ki hafızamdaki bütün küçük ayrıntıları kaybetsem nasıl olur hayat. Mesela bir şarkıyı duyduğum yeri, o yerin hatırlattığı kişiyi ya da kişiler, hatta olayları kaldırıp atsam. Beynimde bir şeyler görünce ya da duyunca zincirleme reaksiyonlar başlamasa, hani olur ya çizgi filmlerde çarklar döner; su dökülür. işte su hiç dökülmese

***

Dün gece bi rüya gördüm, hala etkisindeyim: hızla bir yerlere yetişmeye çalışırken eskilerden bir arkadaşımı görüyorum uzaktan, yüzünde şişlikler var gibi geliyor. Duruyorum ve ona yaklaşıyorum, gerçekten de dudağının patlamış olduğunu görüyorum. Ağlıyor bir yandan, çok telaşlı. “Ne oldu sana?” diyorum, cevap veremiyor telaşından. Ellerinden tutuyorum, gel biraz oturalım, sakinleş diyorum.
Yine bir şey demiyor, sadece bana sarılıp ağlıyor…
***


bak ne oluyor bazen biliyor musun? nefes almam zorlaşıyor, omuzlarımı da dik tutamıyorum. sanki gözümün önüne bir perde iniyor, geri çekiliyorum; izleyici oluyorum kendi hayatımda, bana ait hissetmiyorum…
ardından bir zamanlar olumlu gördüğüm her özelliğin kayboluyor, yanıyor… geriye kötü şeyler kalıyor, bir zamanlar göremeyeceğim kadar küçük her şey bin kat büyümüş şekilde sırtıma batıyor. omuzlarımı dik tutamıyorum.
gözlerim kapanmaya başlıyor ama zaten her şey puslu, nasıl desem seyirci gibiyim galiba. müdahale edebilecek yetkim yok gibi, elim kolum bağlı derler ya öyle falan da değil. serbestim ama yine de kaldıramıyorum kolumu.
kaburgamın altında bir ağrı var, acı da diyebilirim hatta. küçük bir çocuk gibi değil mi? ağrıyla acıyı ayıramıyorum, kaburgamın altında sadece.
tüm olumlu özelliklerin, olumsuza dönüşüyor ve ben sırf bu yüzden 100 - 150 sayfa kadar ileri gidip başka bir hikayeye gidiyorum.

***
zihnimde bir dörtlükle, bir sahneyle ya da bir replikle uyanırım bazen. kimi zaman uyumuş olmam da gerekmez, insanlarla konuşurken, televizyon izlerken, internette takılırken gelir düşer zihnime bir süre önce hayatımdan çıkıvermiş yine de çok sevdiğim insanların replikleri, sahneleri…
böylece oyun başlar, aynı sahneleri yaratmak için ve aynı cümleleri kullanabilmek için. bir çeşit yad etmek olur böylece. bazen zordur, bazen kolay… ama aynı cümleyi ben de onlar gibi kullanabilirsem kazanmış olurum. bir anımı daha kazanmış, zihnime koymuş olurum.
yaşayarak öğrenirsem unutmam çünkü, sevdiğim insanların kimsenin farkında olmadığı sözlerini böylece unutmamış olurum.
hep benimle kalırlar…

***


Bazen saçma sapan bir hata yaparız. Yanlış insanı seçeriz.
Mesela sarhoş olmamıza rağmen söyleyememişizdir içimizdekileri, sonra her şey deli gibi ters gitmiştir ve tüm domino taşları yıkılmıştır. İçimiz buruk kalır, nefes alamayız, mektuplar yazarız da yazarız. Ben tam on tane yazmıştım mesela, küçüklüğümden beri mektuplarla dolu bir defterin ya da günlüğün her şeyi çözeceğine inanırım çünkü. Esas oğlan, esas kızın yazdıklarını bulur ve da daaaam mutlu son… falan olmaz tabi. Neyse yazdığım mektuplar içimde patladı tabi, başka bir şekilde mutlu olduğumu sandığım bir an yırtmıştım hepsini, ilginçtir on tane olduklarını da o zaman anladım.
Ne kadar mektup yazdığımı anlamam için yırtmam gerekiyormuş meğerse onları…
Bir gün, ki hala kaç mektup olduğunu unutmamışken, bir şey olur ve farkederiz ki, seçmediğimiz yol, kıl payı kurtulduğumuz hatadır. Daha büyüktür, balçıkla dolu bir çukurdur.
En azından birinden çırpınarak çıkmışızdır, çünkü öylesine kesindir ki diğerinin çırpındıkça bizi içine çekeceği, nefes aldırmayacağı.
Oysa aklımızın ucundan bile geçmezdi değil mi, o taraf dünyanın en güvenli yeriydi… değildi… hiç de güvenli değildi, dünyanın en boktan yeriydi.
***
Hani gerçekleşmeyen şeyler için derler ya “olmaması gerekiyordu.” diye… Bazen diyorum ki ya öyle değilse, aslında olması gerekiyorsa… Ya evrende milyonlarca ayrıntının bir bütünü olarak milyarda bir rastlanan bir hata oluştuysa ve karşılaşamadıysak mesela, o lafı söyleyemediysem ben, x kişisi yapması gerekeni yapmadıysa, y kişisi yanlış yola saptıysa… ya yanlış yere yıldırım düşdüyse ve dağılan dikkatler sonucu unutulduysak, kaderimizin yönü yanlışlıkla değiştiyse, ne olacak peki? Hangisi aslında yaşamamız gereken oldu şimdi?
Başınıza gelen bir sürü aksiliği düşünsenize, çok mu imkansız?
Ya kim vurduya gittiysek?

4 Kasım 2010 Perşembe

Anı Kutusu

http://fizy.com/#s/1air0q

Bahar şarkılarım var benim, nasıl doğanın bahar çiçekleri varsa... Her bahar ezbere söylerim onları, üstümde incecik kıyafetler, bahar şarkılarımı söylerim. Her aşık olduğumda dinlediğim şarkılarım var benim. Kalbim attığında, o kadar özel... Ve yine her aşık olduğumda söylediğim sözlerim var benim. Sadece aşka sadece bahara özel. Her yaşamaya başladığımı hissettiğimde beynimde dönen bir müzik var hatta, hayata küçük bir minnettarlık şarkısı, teşekkür mahiyetinde yani. Şükran duası gibi. Hayatımdaki her şeye "İyi varsınız." diyebilmek gibi, hüzünlere de, hepsine, her şeyime...

Sadece ses de değil ki, şarkı da değil. Hayat bir geldi mi bütün duyularımı, hislerimi alıyor kendine. Bana armağanlar veriyor, sabah uyandığımda yastığımın altında buluyorum onları. Küçük küçük anılarımı. Ben hayatı her hissettiğimde anı kutumu açar bakarım, neler yaşadığıma. İçindekilerin bazısı çerçöp, fiş – fatura, mektuplar, yazılar, çiçekler, ambalajlar, elle tutulabilir bütün yaşanmışlıklar.

Ve dahası...
Nerden geliyor bilemiyorum, çözemedim; ama hep aynı koku gelir mutlu olup da anı kutusunu açtığımda burnuma. "Mutluluğun kokusu" diyorum ben ona. Çiçek desem yalan, sevgi belki biraz da merhamet sanki, çok garip... Fazla betimleyemediğim bir koku aslına bakarsanız, fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığında dokunuyor bana; ama denizin kıyıya taşan köpük köpük bir dalgası kadar da serin ve ferah. Yeni doğmuş bir bebek gibi taze ve kırılgan, öte yandan bir yaşanmışlığı taşıyan bir kütüphane kitap gibi sağlam ve görmüş geçirmiş. Müthiş bir tezatlığı var kendi içinde, saklambaç oynuyor sanki benimle. Dünyada kimse bilmiyor formülünü, o kendi kendine geliyor, kendini hissettiriyor; alışamadan gidiyor ve sonra tekrar tekrar tekrar geliyor.

Ah baharın ve mutluluğun ironik kokusu...
Hiç bıkmayacağım seni içime çekmekten...

29 Ekim 2010 Cuma

Başımın Üstünde Yeriniz Var

musicons'a koyamadığımdan böyle koyuyorum, dinleyiverin olur mu? :) http://fizy.com/#s/1lusky

Matruşka bebekler gibi bugün hayat, bilmece içinde bilmece... Hatta tam aksine gittikçe küçülmüyor, büyüyor. Büyük büyük sorulara küçük küçük cevaplar arıyorum; çünkü biliyorum ki hiçbir karışık problemin karışık bir çözümü yoktur. Kesinlikle biliyorum ki aslında bazen aniden alınmış, özensiz kararlardır en iyileri, en değerlileri; çünkü bilemezsin işte. Hayat bu sana ne getireceğini, senden neden ve neleri alacağını tahmin edemezsin. Sonunun nereye varacağını önceden, yaşamadan bilemezsin.

Bir apartmanın en üst katının iki – üç kat aşağısından atlamak gibi. Belki ölürsün, belki ölmezsin ve hiç demezsin de "En üst kata neden çıkmıyorum?" diye. O kattan bırakman gerekir kendini belki de seni öldürecek yükseklikten birkaç metre alçaktan. Kural bugün böyle, bugün bu yüksekliktesin...



Her sabah görünce lanet ettiğin o yara izinden tanıyacak belki de seni kaderin, öyle farkedecek sen olduğunu. Oysa küçükken bisikletten düştüğünde canın acırken hiç de düşünmezdin bunu bir yandan ağlayıp gözlerini ovuştururken. Kabullenmez bunu çoğu kişi; ama insanlar birbirlerini en çok da yaralarından tanırlar. Bundandır o zıt zannettiğimiz, hiç beklemediğimiz insanları bir arada bulmamız.

Annelerimizin yoğut kutularını aylarca "Bir işe yarar." diye saklamasına benzer aslında hayat. O yoğurt kutuları mutlaka bir işe yarar, fırından yeni çıkmış kurabiyelerden yola çıkmaya hazırlanan misafire verilirken mesela. Hayat da öyle, yemin ederim öyle, bir gün bir işe yarar. O üst üste duran yoğut kutuları devrildiğinde küfretmeden önce bir düşünün bir dahaki sefere.

Hayat bir de yolculuk işte böyle, yazmak gibi. Benim hiçbir yazım başladığı yerden dümdüz devam etmez, zik zaklar çizer, döner dolaşır bir yerlere gider. Ulaştığı yer mi çok önemli, kattettiği yol mu, o yolda gördükleri mi henüz karar veremedim. Aslında bu bilmeceyi çözmemin gerekip gerekmediği konusunda bile kararsızım. Bu bazen insanın içinde olduğu durumu sorgulamadan yaşamaya devam etmesi gibi, belki de büyüsü burasıdır. Hayat en çok da aklına yeni bir şey geldiğinde, hayatına yeni biri girdiğinde onu koyacak bir yerler aramaktır ve aslında en başından beri onlar için hazırlanmış yerler olduğunu farketmektir. "Başımın üstünde yeri var, yeni gelmiş her şeyimin." demektir.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Biz Büyüdükçe İnandığımız Mucizeler de Büyür

Muzicons bozulduğundan şarkı koyamıyorum, ne yazık ki =( hadi bunu dinleyin bu yazıyı okurken, http://fizy.com/#s/1lrksd

Kendimi bildim bileli yazıyorum ben böyle, içimdeki küçük canavar empatiye doymmuyor. Eskiden klasik hatta salakça bir soru vardı: “İlhamın gelmesini bekliyor musun, yoksa öyle yazar mısın her durumda”. Bana en çok ilham veren şey, olağan bir şeyde, farklı bir durum fark etmek sanırım. Yani daha önce dinlediğim bir şarkıda tek bir söz, her gün gördüğüm insanlarda farklı bir bakış. Fark edebilmek yani, hem yaşadığımı biliyorum hem de yaşamaktan öte görebildiğimi. Hayatı dört gözle izleyebildiğimi. İyi ya da kötü aykırı bir şeyler durmalı yani hayatta…

Bu aralarsa tek görebildiğim insanlardaki bıkkınlık… sanki çevremdeki insanlar sınırlarına dayanmış gibiler. Hani olur ya dikenli tellerle çevrili, ilerisi mayınlı arazi. Dayanıyorlar hepsi dikenli tellere çıplak elle. Bu yüzden yüzlerinde bir huzursuzluk, acı ifadesi ve ellerini gizliyorlar. Bu yazıda moral vermek falan değil amacım, zaten okuyorsunuz; biliyorsunuz, “moral”in verilebilir bir şey olduğunu düşünmediğimi. Yine aklımda bir şeyler döndürüp çeviriyorum da onu söyleyeceğim.

Hani çocuklar inanır diyoruz ya mucizelere, şey geyikleri vardır; “ben mucizelere inanacak yaşı çoktan geçtim.” Hiçbir çocuk bizlerin inandığı kadar fazla mucizeye inanamaz, rüyasında bile göremez. Valla bakın. Komik gelmesin size.

Bence biz hayal gücümüzle çocukları katlarız; çünkü bir insan ne kadar çok yaşarsa, ne kadar çok bozgun görürse “Artık iyi bir şeyler olmalı, bu kadar döküntüyü ancak mucizeler temizler.” diyor. “Bu kadar bozgun fazla, herkes yaşıyor olabilir mi bunları.” Diyor. Kendi acılarını çevresindekilerle karşılaştırıyor, hatta onların acı çekmediğini düşünüp kendinin de düzlüğe çıkacağını umut ediyor. “Ben de hak etmiyor muyum?” diyor. Her şey için “O hayatının aşkını buldu, peki ben bunu hak edebilmek için ne yapmalıyım artık.” diyor mesela. “Ben daha fazla ne yapabilirim ki.” diyor. Sorguluyor sadece, bakın bir alıntı yapacağım;

“Derinin içinde yarıklar açıyor, yine de devam edebiliyor yürümeye. Hafızasında tutmuyor artık seni, sen her şeyini hatırlayabilirken onun bir anlığına seni hatırlamasını ve damarında bir mikrop gibi dolaşmak istiyorsun. Sen kaldığın yerde kalabiliyorsun, o senin yıkıntıların üzerine krallığını inşa ediyor. Sormadan, senin vücudundan imar izni almadan… Adalet ona işliyor, dedim ya onun krallığı. Onun mahkemesinde yargılanıyorsun. Net.”

Bakın herkes yapar bunu, “adalet”i sorgularız, “Adaletin bu mu dünya?” Sonra bunu yazan ne yapmış biliyor musunuz?

Özür dilemiş. Hata yaptım demiş, hepsinin üstünü çiziyorum demiş. Vaz geçmiş…

Niye? Sizce niye?

Ben size söyleyeyim niye, ne oldu da böyle oldu diye. Belli ki hayat kendisine kazık attıktan sonra ufak bir ışık yollamış o da başlamış mucizeleri kurmaya. Hepimiz öyle değil miyiz? Hayat bize ufak bir işaret yollamaya görsün, mucize isteriz. Çocuklara oyuncak alırsınız, oturur onunla oynarlar. Bize bir ışık gelir, o ışığı gök gürültüsü yapar dünyamızı kurarız kendimize.

Çocuklar hayalci değil, çocuklar gerçekçi… Biz de hayalci değiliz belki, buna inanmayı seviyoruz…

Hah yine bir şeye ulaşamadım, kısır döngü, çelişki, paradoks… Klein şişesi içindeyim hala, çıkarım diye umuyorum…

O zaman şöyle bitirelim, hayata bir şey söyleyelim:

Diyelim ki,

Bu döküntüyü, bu enfeksiyonu, iltihabı, yarayı, karmaşayı, belki şizofreniyi ancak mucize temizler... Bir el atıver…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails