3 Aralık 2011 Cumartesi

Deneme | Günahlarla Yaşamak


Kafamda bir karakter yaratıp onun ağzından bir şeyler yazmayı sevdiğimi biliyorsunuz kuşkusuz. Farklılaşmaya çalışmak oldukça büyüleyici, doğum gibi; ancak daha farklı. Kendinizden oldukça farklı bir çocuk doğurmaya çalışmak lakin kendinizi onun yerine koymak. O yüzden çok sevmeme rağmen fazla
yazamıyorum. Yazdığım ve farklılaştırabildiğim, yeterince kendimden uzaklaştırabildiklerimi de buraya koyuyorum. Akıl vermeye çalışmak gibi bir amacım hiç olmadı, kaldı ki bunu yapabilecek son kişilerden olabilirim.
Başkalarının eşyalarını karıştırmak bile zevkliyken iç sesini dinlemek çok büyük bir haz.
Yazının şarkısı Halil Sezai - Olsun

***

İnsanın içinde hep bir günahı barındırması, hep kötü bir yanının olması, karanlık bir tarafın sürekli eşlik etmesi yaşanan tüm mutluluklara. Yorucu, oldukça yorucu. Kimi parçalarımız, kimi duygularımız bizi ağırlaştırmak üzere harekete geçmiş gibi değil mi? İçinde bir ağırlıkla yüzmeye çalışmak gibi bazen hayat ve tuzlu su, bilimin söylediklerinin aksine kaldırma kuvveti uygulamıyor gibi üstünüze.

2 Aralık 2011 Cuma

Bir Fincan Kahve

Okunurken bir fincan kahve içilesi yazılar yazıyorum...

Deneme | Dilekler Üzerine

Yazının şarkısı elde bir kadeh şarapla dinlenilesi: hindi zahra - beautiful tango

Bazı duyguları tanımlamak hayli zordur, beğenilmek ya da ona benzer şeyleri. Üzerinde yarattığı değişimi kimyasal formüllere dökemezsin, modelleyemezsin. Hani küçükken hayranlık duyduğunuz insanlar gibi. Ve o hayran olduğunuz insanı bir gün elde edeceğinizi bilirsiniz, küçüklüğünüzden beri çok istediğiniz her şey sizin olmuştur çünkü. Çünkü siz dikkatli dilek tutmayı bilmezsiniz. Lambadan çıkan cine bir hevesle üç dileğinizi söyler, ardından üçünden de pişman olursunuz. Öyle bir şey… Dilekler çok tehlikeli şeyler, evren ya da ona benzer bir şey fazlasıyla işgüzar davranabiliyor çünkü bazen size karşı ve inanın gerçekten hayrınıza olacak şeyleri yapmak için fazlasıyla direnirdi.

7 Ekim 2011 Cuma

Deneme | Sepetin Dibi

     Biraz dağınık oldu galiba, buyurun yazının şarkısı Jenny Owen Youngs - Fuck Was I
İnsanların hayatınıza giriş ya da geri dönüş zamanlarına etki edemiyor olmamız pek zor. Ben bunu Çıkmaz Sokak’ta da anlatmıştım.
“…Akşam yemeğinde tabakta son lokma için en güzel yemeği ayırmak gibi bir şey bu. En sona en önemli insanı bırakmak. Nasıl masadan kalkınca en güzel yemeğin tadı kalıyorsa damağında, sahneden inince de hayatıma en önemli insanın sinmesi lazımdı.”

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Panik

Yazının şarkısı yeni keşfettiğim bir şarkı:
Ingrid Michealson - Keep Breathing

Panik… Panik hayatımızı dört duvar arasında geçirdiğimiz, duvalar ördüğümüz, sınırlar çizdiğimizi anladığımız anda başlıyor. Paniğe kapılıyoruz. Sanki bir eşik var ve kendi kendimize bir tartışma bile yapmadan, bir karar vermeden, iç güdüsel olarak onları ordan dışarıda tutuyoruz.

7 Ağustos 2011 Pazar

Oradan Buradan...

Adet edindiğim üzere yazının şarkısı... James Blunt - Same Mistake
"Give me reason, but don't give me choice..."

Biraz başa sarsam
Ya da yeni baştan yaşasam...
Hata ya da değil
Yine yeniden yapsam...

Doğru ya da değil, neden bugün bilmiyorum, hiçbir şeyin başlangıcı da değil, yazmaya değer mi hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim nefes almadan yazmak istediğim ya da sayfalarca yazabilecek kadar anımın olması. Defterler dolduracak kadar gülümsemiş, iz bırakmış olmak.. Ama biliyorum ki, yazdıkça ağırlaşır sayfalar; büyür ve genişlerler. İşte o zaman kimin okuduğu da değerlenir, saklanamaz ki çünkü. Nereye sığdırılır, nasıl saklanır, nasıl yok edilir? Yazdıkça değerlenir bazı şeyler, işte o yüzden korkanlar hiçbir zaman yazamazlar. Cesareti olanlar da taşımaya korktuklarını hiç dökmezler kağıda. Herkes bilir bunu, yazdıkça tek bir seçenek kalır; her şeyi hatırlamak ve taşımak.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Kadınlara Masallar...

Yazının şarkısı Dido'dan The Day Before The Day
"Çünkü prenses bilir ki prensten daha iyisi yoktur masalda ve prens de bilir ki en harika eş onundur bu kitapta."
***
Yazmam için bana fikir veren şeyi söylediğimde bana istediğiniz tarafınızla gülebilirsiniz. 

27 Haziran 2011 Pazartesi

Vedalar

Yine bir şeyler yarattım, sanki orta yaşların sonlarına doğru bir yanımız böyle olacak gibi… Yazının şarkısı, veda şarkısı ... Janis Joplin - Leaving on a Jet Plane
***
Sanki unutulmuş, tamamen unutulmuş bir kasabanın toz toprak içindeki patika yollarından gazı köklemiş bir otomobil geçmişti. Her taraf toza dumana bulanmış, göz gözü görmez olmuştu. Tüm o nefretin, tüm o kızgınlığın üstünü örtmüştü tozlar… Tavan arasında üstü birkaç parmak toz olan eşyalar gibi… Anıların üstü yaz gelene kadar gidilmeyecek yazlık evdeki koltuklar gibi eski püskü örtülerle örtülmüştü. Yazın gelmesi için üç mevsimden fazlasının geçmesinin gerektiğini biliyordum aslında.

22 Mayıs 2011 Pazar

Araf


İlham geldi Kal Demiştim, Dinlemedin 'e devam ettim. O kadının iç sesini yazmayı sevdim galiba...

Yazının Şarkısı: Partishead - Roads

Düzenek tetiklenir, taş yuvarlanır, oluklardan geçer, taş yuvarlanır, merdivenlerden düşer, şövalyenin topuzu düşer, taş yuvarlanır, su dökülür, çarklar döner, adam ölür… Senelerce… Senelerce… Tüm bu dinamiklerin içinde öğrenmek istediğim binlerce küçük küçük şey vardı, hepsini unuttum… Nelerle bağlantılı olduklarını bile hatırlayamıyorum. Sadece bazen üzülüyorum, eğer kaçırdığım, yaşamayı unuttuğum bir şey varsa o taşın yuvarlanırken ezip geçtiği ve hafızam onun tek bir kare de olsa fotoğrafını çekmişse dağınık çekmecelerin içinde bulmaya çalışıyorum. Kimdi, neydi, adresi, evi… Yer yön duygum berbattır, küçükken çocukluğuma kaldırım taşlarını sayarak giderdim… Kaldırım taşlarının hepsi kırıp değiştirdiklerinde ben her şeyi çoktan kaybetmiştim.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Kal Demiştim, Dinlemedin

Eskisi kadar sabırlı değilim sanırım, yeni bir romana başlamıştım; ama yazamıyorum. Belki de zamanım yok.... Bu yazının yarısı o romandan yarısını da biraz önce yazdım, kocasını öldürmüş bir kadının aklında dönüp dolaşan düşünceler...
E tabii şarkısız yazı mı olurmuş; Nouvelle Vague - The Killing Moon

- Baylar, bayanlar… Şimdi aranızdan seçeceğim bir gönüllüyü bu kutunun içine koyup yok edeceğim. Bu tehlikeli ve bir o kadar da ustalık isteyen sihirbazlık numarası için kimler gönüllü olmak ister!
Yok olmaya gönüllü olmamı istiyorsun, sırf vicdanını rahatlatmak bir zorba olmamak için soruyorsun… Ve doğruca gözlerimin içine bakıyorsun, gönüllü olmam için. Bilmediğin, anlamadığın çok şey var…
Kal demiştim, söylemiştim… Olabilecekler gün gibi ortadaydı benim için, hissedebiliyordum. Biz kurbağa ve akrep gibiyiz seninle sevgilim… Seni gölün karşısına geçirmem için yalvardığında zehrini akıtırsın bana diye korkmuştum. Sen “Olur mu hiç öyle şey, canını yakar mıyım?” demiştin. Ve gölün tam ortasında zehirli iğnenin derimden içeri sokup beni öldürdün. “Benim doğam bu.” dedin… Hırsın yaşamının bile önüne geçti. Sana kal demiştim… Gölün kıyısında kal, orada da yaşayabilirdik…

2 Nisan 2011 Cumartesi

İlham Hangi Cehennemin Dibindesin?

Bu aralar hep eskilerden bir şeyler koyuyorum, daha önce anlatmış mıydım bu hikayeyi bilmiyorum da tumblr'a yazmış olabilirim...

Günün birinde çoook eskilerde mutluyken de yazabilirdim ben, ohooo yazdığım en güzel şeylerdi belki... Belki de şu an hiçbiri durmadığından uydurmak kolay geliyor. Allah bilir, şimdi görsem kendi salaklığıma küfrederim. Hep şuna inanırım, yazdıklarım beni mutlu etse de, bana acı verse de, hatta içimden çıkarken etimi koparır gibi acı verse de benden koptuklarında organikleşir ve yaşamaya başlarlar... Onlara mekanik şeylermiş gibi muamele edemem... edemezmişim yani...

Bunu anlamam, bir şeylere her sinirlendiğimde yazdıklarımın çöp sepetini boylamasından bir süre sonra oldu... Sonra mutluyken adam gibi yazamaz oldum... O yüzden Çıkmaz Sokak Mayıs '09 'dan Ağustos '10 'a kadar sürdü.

Kendi yazdıklarım çöpü boylamaktan sıkılmış olmalılar, o yüzden mutluyken gözükmüyorlar ortalarda. Canları sağolsun, onlara söz geçire(bile)cek değilim, nasıl olsa... Yazdıklarım beni lanetlemiş olmalı, çok derin bir psikoz yaşamazsam çağıramıyorum demek ki onları... Rutinin bozulmuş olması, bir şeylerin derimi tatlı tatlı kaşıması gerekiyor demek ki ... Belki...

Özledim...

Ağustos 2009 - Hayatımın en zor dönemi olmalı, doğru ya kimse gitmeyeceğim, ölmeyeceğim dememişti...

Nasıl tuzla buz olur insan
Nasıl gider
Almıyor aklım
Belki çocuk olsam yalan söylerlerdi
Uzaklara gitti derlerdi
Ve ben o küçük dünyamda “uzak”ları
3-5 sokak ötesi sanardım
Annemin elini tutmadan asla gidemeyeceğim
Oysa şimdi kimin elini tutsam
Götüremez beni o sokaklara
O kadar ıssız...
O kadar bilinmez...
Ah bir bulsam
Bir bulsam seni
Belki o kadar kimsesiz gelmez o sokaklar
O kadar çıkmaz olmazlar
Ama şimdi
Soğuk mu sıcak mı
Üşüyor musun diye bilmeden
Bekliyorum
Battaniyemin altında
Kim seni sıcak tutar ki oralarda

Nasıl konulur bir köşeye insan...
Geri dönülür, yaşanır
Yüzünü bile görmeden
O kadar yakın
O kadar derine
Daha da çökecekmişsin
Yerin bilmem kaç kat dibine

Nasıl tuzla buz olur insan
Nasıl kayar gider hayatımızdan
Aslında doğru ya
Kimse de söylememişti
Kimse “gitmeyecek” dememişti

Çok özledim seni
Çok özledim...

1 Nisan 2011 Cuma

Pilav Günü

Geçen sene lisemin pilav gününden sonra yazdım bunu...

Bu yazım diğerlerinden biraz farklı olacak, biraz daha bana ve beni tanıyanlara hitap ediyor gibi.

Bugün pilav gününden dönünce geçmiş yıllardaki bir sürü ayrıntı beynimde canlandı. Mezun olduktan sonraki ilk pilav olmasının etkisi var belki de bilmiyorum. Zaten gün Beşiktaş'ta teknenin gelmesini beklerken sürekli tanıdık yüzleri, tanıdık insanları görmekle başladı, garip bir şekilde seviyorum ben etrafımda hafızamın eski bir zamanda kaydettiği yüzleri görmeyi. Ne zaman çekmiştir bu resmi diyorum mesela beynim, o anda ne düşünüyordum bir yandan.. Benim için önemsiz bir insan olsa bile böyle...


Lanet...

Yanlış bir şeyler var burada, hani olur ya tek bir yanlış ararız ve tüm kötü şeyler o yüzden oldu deriz. Aslında o dönemeçte sola saptığımız için olmuştur her şey, başka hiçbir hata yapmamışızdır ya da sonuna kadar her şeyi doğru yapıp da son anda bir yanlıştan dolayı olmuştur tüm bunlar. Hah işte şu aralar hiç öyle hissetmiyorum. Sanki doğduğumdan beri her şeyi, bütün seçimleri yanlış yapmış gibiyim.


Hep çıkma şansım olmuş labirentten, yine de her seferinde, başka başka yerlerde yanlışını seçmiş gibiyim. Sevdiğim her şeyi, zevklerimi, o gün giydiğim kıyafeti, gittiğim yeri, sokakta çarptığım adamı, sohbet ettiğim sokak şairini… Hepsi yanlış gibi geliyor son günlerde. Çünkü her şey yanlış gidiyor. Hiç ayırırken görmediniz değil mi beni doğru ve yanlışı, şimdi ayırıyorum.

Bu aralar içimde bir yerlerde tatsızım, uğursuzum…

Doğrusu sezgilerimin doğru çıkmasından sıkıldım, lanetlenmiş hissediyorum…

4 Mart 2011 Cuma

Halil Cibran'dan Aşk Hayatı

Halil Cibran'ı sevdiğimi bilirsiniz. Bu enfes bölüm onun Fırtınalar adlı kitabının "Aşk Hayatı" adlı bölümü...

İlkbahar

Gel ey sevgilim! Seninle harabelerin arasından geçelim. Karlar erimiştir. Hayat; yattığı yerden doğrulmuş, vadilere, bayırlara yönelmiştir. Uzak bir tarlada, baharın izlerine uyalım için, yürü benimle! Tepelerin doruklarına çıkalım ve etrafındaki ovaların yeşilliğinin dalgalanışına dalalım için: gel!

İşte kışın gecesinin topladığı örtüyü baharın fecri yaymış! Şeftali, elma ağaçları onu giyinmişler de kadir gecesindeki gelinler gibi çıkmışlar ortaya. Bağlar uyanmışlar, asmaları bir sevgililer topluluğuymuşçasına kucaklaşmışlar birbirleriyle. Irmaklar, kayaların arasından mutluluğun şarkısını yankılayarak, dans ederek akmışlar. Çiçekler, tabiatın kalbinden tıpkı köpüğün denizden kabardığı gibi kabarmışlar.

Nergis kâselerden, yağmurun gözyaşlarından kalanları içelim ve benliğimizi mutlu serçelerin şarkılarıyla doldurup tatlı esintilerin kokusunu içimize çekme fırsatını yakalayalım için: gel! Menekşenin gizlendiği şu kayanın yakınına oturalım ve sevgi öpücüklerini değiş tokuş edelim için!...

Yaz

Haydi sevgilim, tarlaya! Hasat günleri gelmiş ve ekinler olmuştur. Güneşin tabiata olan sevgisinin ısısı, onları olgunlaştırmıştır. Kuşlar bizi geçip gitmeden, yorgunluğumuzun kazancına konmadan ve karıncalar topluluğu yerimizi almadan önce gel! Benliğimizin, sevgilimizin kalbimizin derinliklerine ektiği vefa tohumlarından saadet daneleri derdiği gibi toprağın ürünlerini derelim, gel! Hayatın duygu mahzenlerimizi doldurduğu gibi, biz de mahzenleri dolduralım.

Bel ey yol arkadaşım, taze çimleri çiğneyelim, göğü örtünelim ve başımızı yumuşak hurma demetine koyalım, gündüz işlerinden soyutlanıp, vadinin karanlığının yarenliğine, kulak verelim.

Sonbahar

Seninle bağa gidelim ey sevgilim. Üzümün suyunu sıkalım, ruhun nesillerinin hikmetini derlediğim gibi toplayalım onu damlarda. Kuru yemişler toplayalım, çiçekleri imbikten geçirelim, öze karşılık remzi verelim.

Evlere dönelim! Ağaçların yaprakları sararmıştır, rüzgâr onları, yaz kendilerine veda ettiği zaman ince derde tutulmuş çiçekleri kefenlemek istercesine savurmuştur. Gel, kuşlar sahile doğru göçmüş, bahçelerin cana yakınlığını da beraberinde götürmüşler, yaseminlere yalnızlık kalmış, son gözyaşları da düşmüştür toprağın üzerine.

Dönelim! Irmaklar yolculuklarını durdurmuş, pınarların mutluluk yaşları kurumuş, tarhlar göz alıcı giysilerini çıkarmışlar. Gel ey sevgilim! Uyku, tabiatı elden çıkarmış, o da içe işleyen nihavend bir şarkıyle uyanıklığa veda ederek akşamlamıştır.

Kış

Yaklaş ey hayatımın ortağı, yaklaş bana; karların soluğunun bedenlerimizi ayıran karların soluklarına izin verme! Bu ocağın önünde gel otur yanıma, ateş; kışın leziz meyvesidir.

İnsanların durumlarından bahset bana kulaklarım rüzgârın inleyişlerinden unsurların yer tutuşundan ötürü yoruldu. Kapıları, pencereli kapat. Gazaplı havanın yüzünün görüntüsü hüzünlendiriyor beni, çocuğunu kaybetmiş bir ana gibi karların altında oturan şehre bakmak kalbimi kanatıyor… Kandile yap ekle ey ömrümün yoldaşı, - neredeyse sönecek – ve onu yakınına koy ki gecenin senin yüzüne yazdıklarını görebileyim ve içip üzüm sıkılan günleri hatırlayalım için şarap testisini de getir.

Yaklaş, yaklaş bana ey gönlümün sevdiği, ateş sakinleşti kül de neredeyse onu örtmek üzere… Katıl bana, kandil de söndü, karanlık galebe çaldı… İşte yıllanmış şarap gözlerimizi ağırlaştırdı… Uykunun sürmediği gözünle bana bak!... Uyku beni kucaklamadan önce, beni sen kucakla… Beni öp, kar senin öpücüğünün dışında her şeye hâkim olmuş… Ah! Sevgilim, uykunun denizi ne kadar derin… Sabah bu âlemde ah! Ne kadar da uzak!

3 Mart 2011 Perşembe

Burayı Seviyorum

Zaman zaman ihmal ediyorum, uzun süre yazmıyorum; ama bu blog olmasa romanımı falan bitireceğim yoktu. Üstelik harika tepkiler aldım, ne bileyim; seviyorum işte...

Taşınmak istemiyorum blogspot'un her hangi internet sitesinden ziyade bloga benzerliği bana daha sıcak geliyor. Wordpress pek bir soğuk... =(

Ve şimdi öğrendik ki digitürk yeniden kapattırmış blogspot'u... DNS ayarlarıyla giriyorum buraya, yoksa yasak yani... Sırf birilerinin cebine giren ya da giremeyen paralar yüzünden edebiyat, moda, yaşam ve daha bir sürü konudaki bloglar kapatılıyor. Oysa söyleyeceklerimiz, düşüncelerimiz, zevklerimiz üzerine konuşmak bizi daha medeni yapacak en önemli şeylerden biri. Ve biz medeniyete sırtımızı dönüyoruz.

Bu yüzden de diyoruz ki "Blogma dokunmayın"!

Sadece ne olur ne olmaz, o kadar emeğime bir şey olur diye tırstığımdan blogu export edip wordpress'e import ettim. Yine de buradan devam edeceğim...

Bize destek vermek isterseniz Facebook sayfamız
Görüşmek üzere :))


--------------

http://www.twitter.com/ecenurdogan
http://wwww.deviantart.com/ecenurdogan
http://camdanpabuclar.tumblr.com

24 Şubat 2011 Perşembe

Zaaflar Yorar


Karakter tahlillerinden devam ediyorum...

Yazının şarkısı için Thistle & Weeds - Mumford & Sons

Yazmaya başlayacağım zamanı hissederim, içimden bir şeyler kopmaya hazırlanır ve dinlediğim şarkıyı değiştirmeye gücüm olmaz. Aynı şarkıyı artık sözlerini de müziğini de algılamamaya başlayana kadar dinlerim, beynimi uyuşturmasını beklerim. Aklımdan o kadar fazla şey geçer ki, arka arkaya dizilir satırlar… Hiçbir zaman kağıda dökemeyeceğim kadar, çünkü hiçbir zaman parmaklarım o kadar hızlı olamadı, beynim şu ana kadar emsali bulunmamış bir hızda kısa bir roman yazmaya başlar ve ben hissetmekten yazmaya geçme aşamasında onların yarısından fazlasını kaybederim. Bir annenin ikizlerinden birini düşürmesi gibi, diğerini yaşatmak için güçlü olmaya çalışması gibi… Diğer çocuğuna üzüntüsünün en azını hissettirmek için kendine verdiği direktifler gibi…

Gidenler aslında rahatsızlık verici olacağı için giderler, kim billr? Ağır bir şizofreni oldukları için, kafa derimizi sürekli tırnaklayan bir şey… Aynı yeri, sürekli eşeleyen bir şey, bir süre sonra kanama başlayacak, biliyorum. Yine de biz izin vermeden geçemeyecekler kafatasımızın içine…

Kafatasımızın içine ufacık bir parçamızı çıkararak girdiğinde bu kadar savunmasız kalmanın bacaklarımızı bir ms hastası gibi çözmesini izleyecekler. Birden vücudumuz kendini bırakıp yere çakılmamıza neden olacak. Bilincimiz kapanacak ve kendi düşüncelerimiz, derimize geçmişimizden tırnaklarını geçiren o şey bizi yok edecek.

O yüzden giderler… Bazı fikirler, bazı satırlar, bazı insanlar bu yüzden giderler. Savunmasız kalmaya bu kadar açık olduklarımız zamanla bu yüzden yok olurlar.

Öyle çok düşünce uçar gider beynimizden, zaaflarımız yok olmaz hiçbir zaman. Bir insan, bir yer, bi şarkı… Bir kere içimizde göçüğünü açıp da yerleşti mi sonsuza kadar orada kalır. Bir zaafla yaşamayı öğrenmek o kadar da kolay değildir, çoğu zaman. Bıçağın derimizden içeri gidip kanırtarak derinlere inmesi gibidir zaman zaman… Soğuk bıçağın sıcak kanla ıslanması garip bir his verir.

O yara iziyle başa çıkmak için fazlasıyla güçlü olmak gerekir. Zaaflar o kadar çok içselleşmiştir ki bizimle, onları yok etmek bir uzvumuzu koparıp atmak gibidir. Zordur…

Zaaflar yorar, zayıf noktalar yorar.

Ve kimi zaman yeniden, yeniden ortaya çıkar.


Zaten kimse bize gülümsemelerimizin, mutluluklarımızın pürüzsüz olacağını söylememişti. Sanki lanetlendik, zaaflar edinirken… Bir daha kusursuz bir mutluluk yaşayamamak üzere; ama dünyanın en güçlü insanlarından biri olmak için… Bu yeti mi, lanet mi bilemiyorum.

Zaaflar yorar, onu biliyorum.

6 Şubat 2011 Pazar

Uykusuzluk Kıyamet Alameti Gibidir

Bir roman ya da bir hikaye için, karakterler ağzından kısa yazılar yazarak başlarım işe... Bu da onlardan biri...
Yazdım, yazdım, parmaklarım düşüncelerimin hızına yenik düşüp de saatlerce piyano çalıp parmakları kireçlenen bir piyanist gibi… bir süre sonra ne zaman düşündüğümü, ne zaman yazdığımı, takip edememeye başladım.
Müsvedde kağıdı gibiyim, bedenimdeki binlerce çürük, çizik, yara, bere bundan. Her seferinde yeni şeyler hissetmeye çalışırken yeni yaralar alıyorum. Hiçbiri de bir şey ifade edemiyor, esas yazılacak olanlara geçiremiyorum. Müsvedde kağıdı gibiyim, bir süre sonra kendi ruhumu buruşturup atıyorum. Ne taşırsam taşıyayım içimde ne kadar yorulmuş olursam olayım sonuçta buruş buruş masanın altında çöp sepetine atılmış gibiyim.
Yine de aşırı yorgun… Beynimi kemiren, omuriliğime inanılmaz bir acı veren ve beni uyutmayan aşırı bir yorgunluk. Müsvedde kağıdının yorgunluğu, içinde dağılmış, oraya buraya savrulmuş tüm düşünceleri taşıyan ama bir saat sonra yüzüne bakılmayan bir karalama kağıdı. Yazılan her şeyin üstü, altı çizilmiş, yuvarlaklar içine alınmış; yorulmuş… yorulmuş…
Omuriliğindeki o acıyla uyuyamamak gibi her şey, aşırı yorgunluktan uyuyamamak ve uyuyamadıkça daha da fazla karalanmak gibi. Daha da fazla doldurmak bedeninin her köşesini yaralarla, zevk aldığını sanmak, bir şeyler verebileceğini, birini mutlu edebileceğini sanmak gibi. Uyuyamamak saatlerce, günlerce, gecelerce uyuyamamak… Sabaha karşı kulakları sağır eden kuş sürülerinin sesini dinlemek sadece, beynimi delip geçmelerine izin vermek... Bir kurşun gibi, kafamın bir tarafından gidip diğer tarafından çıkan… Gelen polis ekiplerinin bulmakta zorlanmayacakları mermi ve saçmaya gözü dalmış bir şekilde ölüm gitmek gibi…
Uykusuzluk kıyamet alametidir, tüm kötü şeylerin, bedenin kendini yok etmeye çalışmasının başlangıcıdır. Öyle ki önce uykusuzluktan sonra git gide karmaşıklaşan düşüncelerinizden beslenmeye başlar. Geceleri uzaktır, yalnızdır. Yalnızlaştıkça uzaklaştıkça şizofrenikleşir beyin. Kendi içinde binlerce müsvedde kağıdını çöp sepetine atar, kendini yok etmeyi başlatır.


Top seslerini duyup da kulaklarını kapatmak gibi uykusuzluk, gözlerinin acımaya başlaması ama beyninin lambaları kapatıp açarak göz bebeklerine işkence yapması gibidir uyuyamamak. Rüya görerek devam edebileceği halde tüm bilinçaltının diri diri ortaya çıkması gibi, narkozsuz ameliyat gibi. İçinizdeki tüm pisliklerin uyuşturulmadan dışarı çıkması gibi, ellerinize siyah bir zift gibi tüm yenilmişliklerinizin bulaşması gibi… Öylesine ağır, öylesine yapış yapış ki suyla yıkayınca daha da yapışkan olacağını bildiğiniz halde elinizi kaynar suya sokarak daha da fazla acı çekmek gibi…

Uykusuzluk kıyamet alametidir ve ben günlerdir uyuyamıyorum… Bir kağıda bir şeyler karalayıp kendime ya da başkalarına küfürler savurup yırtıp atıyorum. Kendi kıyametimi yaratıyorum, dünyamdaki her şeyimi cehennemime taşımak için son bir hamle bekliyorum.
Kendi sonumu hazırlıyorum, günlerdir uyumuyorum. Sadece düşünüyorum, yaptığım hataları bedenime kazıyıp altlarını çiziyorum. Müsvedde kağıdı gibiyim. Birinin beni buruşturup atmasını bekliyorum, her yerim sızlıyor. Beynime giden yolların çoğunun tahrip olduğunu düşünüyorum, yanık devre gibi kokuyorum.
Tüm kas faaliyetlerim devreden çıkmış gibi, biri kolumu havaya kaldırıp bırakıyor ve kolum sertçe yerine düşüyor gibi, yavaşlatamıyorum. Sesim çıkmıyor. İç savaş çıktı, ülkede değil; bende. Kendi iç savaşımda halkımı birbirine kırdırıyorum, içimde bir şeyler hareket ediyor. Ateşim yükseliyor, ateşim yükseliyor. Şehrin meydanına tanklar iniyor, içimde yürüyen yüzlerce tankın paletleri içimi eziyor. Kaburgalarımdaki baskıyı anlatmakta zorlanıyorum. Şehir meydanında halk ve askerler birbirlerine giriyor ve bir an sadece bir anda bir el silah sesi duyuluyor. O an herkes kaçışmaya ve birbirini ezmeye başlıyor, içimde bir şeyler çığlık çığlığa… Binlerce insan kaçışıyor, canlarını kurtarmaya çalışıyorlar… Yarısı ezilerek ölüyor…
İç savaşım sürüyor, konuşmakta zorlanıyorum…


Hamiş: Bu harika fotoğraflardan biri little miss sponge 'dan, diğeri ise sineyes'den

5 Şubat 2011 Cumartesi

Çıkmaz Sokak

Çıkmaz Sokak romanım yeniden blogda ;) Sağ tarafta "bölümler" diye bir bölüm var ordan tıklayın yeter.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Cenaze Arabası

Yazının şarkısı, Thirteen Senses - Do No Wrong

Eve dönüş, yuvaya dönüş, öze dönüş, anne karnına dönüş… Bir şekilde hepsi kavuşmayı anlatıyor, kulağa güzel ve sıcak geliyor. Ayakkabılarını, makyajını, kıyafetlerini bir kenara çıkarıp atmak ve ayakların yeri çok çok hafif hissederken arkandan seni birinin iteklediğini hissetmişsindir. O sokağa girmemen gerektiğini sokağın ortasındaki kalabalıktan anlamış, yine de oraya sürüklenmişsindir.

Cenaze arabasını görebiliyordum ve sokağın ortasında bir sürü insanı, başı kapalı, gözleri kıpkırmızı olmuş ve şişmiş kadınları… ağlamamak için kendini tutan “beton gibi dur.” Diye kendilerine telkin veren erkekleri, bunlar onun için rutin olduğu için soğukkanlılıkla dua eden ve teselli veren imamı… Hepsini sokağın başından çok net görebiliyordum. Trafiğin işlemediği de belliydi, kaldırımda da yolda da boş yer yoktu. Hepsinin farkındaydım… Sadece görmek istedim, uzaktan gözlemlemek, ne aralarında karışmak ne de acılarını anlamak… Ben zaten biliyordum birini kaybetmenin hissini, cenaze arabasının arkasında duran tabutun her ayrıntısını daha önce incelemeye vaktim olmuştu, dua bile edememiş dağılmıştım. Zaten biliyordum, kalabalığın içinde yer almanın ne demek olduğunu…
Ama hiç dışında olmamıştım, hiç dışardan bakmamıştım… Yaklaştım, girdim o sokağa, bir öze dönüş müydü bilmiyorum… Yaklaştım, yarısına kadar yürüdüm, kalabalığa kadar yürüdüm. Hiçbir şey duymak istemiyordum, onları anlamak değil, görmek istiyordum sadece… Sokağın yarısına geldim, kaldırıma park etmiş arabalardan geçiş olmayacağı belliydi. Yine de yarıya kadar geldim…

Ardından arkamı döndüm, olduğu gibi geri döndüm… Alt sokağa geçebilmek için ara yola kadar bile gelememiştim çünkü… Belki de gelmiştim emin değilim, fark edemedim o an. Zaten kulaklarım duymuyordu, sadece bir gün her şeyin bir senaryo olduğunu size kabul ettirebilirsem final müziği olabileceğini düşündüğüm şeyi dinliyordum. Bu şarkıyı, Thirteen Senses – Do No Wrong…

Çünkü müziğinde derimi bulanıklaştıran, bir yerlere çeken bir şeyler var… Etimi dört bir yana ayırıyor, ama zannettiğiniz gibi değil, acı verir gibi, keser gibi ya da işkence aletiyle gerilir gibi değil. Suyu fazla gelmiş, sulu boyanın düşük kalite defter kağıdında dağılması gibi… Tüm vücudumu böyle dağıtıyor ve bulanıklaşıyorum işte… O kalabalığı yarabilecek hale geliyor bedenim, içlerinden geçip gidiyorum. Hislerim yarı yarıya kaybolmuş, sesler uğultu, hava buz gibiydi biraz önce ama çok hafif hissedebiliyorum şimdi, görüntü flu… Bir anda maddesel olmaktan öteyim…

Eğer her şeyin bir senaryo olduğuna inandırabilirsem sizi, filmin ilk gösteriminde ayakta alkışlanırken bu şarkı çalsın istiyorum. Ellerimi birbirne kenetleyip çok buruk bir gülümsemeyle selam vereceğim o zaman…

Aslında her şey terk edilmiş bir depoda başlayacaktı, planım oydu… Belki yirmi otuz sene önce, bir cinayetin ardından... Sadece suçluluk duygusu; ama içinde bir yerlerde kendini haklı çıkarmak için elinden geleni yapacaktın... Fark ettim ki her şey kontrolümde değil...

Her şey bir çıkmaz sokakta başladı, aslında çıkışı olmadığından değil… Başta anlattım, cenazenin arasına karışıp oradan çıkıp gidebilirdim. Ben geri dönmeyi tercih ettim.

Şimdi her şey yeniden başlıyor, o sokağın tam da ortasında hikayeye sadece tanıklık etmiş dört duvar arasında… Kendi içindekilerden başka bir şey bilmeyen dört duvar. Otuz sene boyunca tek bildiği yaralanmak, çürükler oluşturmak ve rutubetlenmek olan dört duvarın anlatabilecekleri ne kadar tatmin edecekse bizi o kadar…

11 Ocak 2011 Salı

Roman'ı neden kaldırdım?

Blog'u takip edenler bilir, burada romanım vardı. Şimdi romanla bir yarışmaya katıldığımdan romanı kaldırdım. Ne zamandır da yazamıyorum, farkındayım. Hem finaller hem de sağlık problemlerimden dolayı... Yeni yazılar koymaya başlayacağım ama yakında :)

o zamana kadar http://camdanpabuclar.tumblr.com 'dan beni takip edebilirsiniz.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails