28 Haziran 2010 Pazartesi

1. BÖLÜM: SON YAZ TATİLİM


- Sence tadı nasıldır?
- Neyin?
- Neyin olacak şapşal, hayatın?
- Bilmem hiç bakmadım tadına.
- Sence bir gün öğrenebilir miyiz?
- Zeynep, aptal romantik kız konuşmalarına bir son verebilir miyiz artık? Taş sektirmek istiyorum. Hadi çabuk!

Koşa koşa indik plajın kenarları otlarla dolu taş merdivenlerini. Arda hep benden daha hızlı koşardı, hiç geçemedim onu. Hep yarışırdık, hep kaybederdim. Düşer ya da yorulur bir köşede bazen de yolun ortasında oturur, “Tamam, pes!” diye bağırırdım.Yine pes etmeye az kalmıştı ki durdu, sonra yerden taş toplamaya başladı. Garip bir şekilde severdi denizde taş sektirmeyi. Bana saymayı bile bu arada öğretmişti. 1... 2...3... tabi bu kadar belki 4. Eğer taşı ben attıysam 1 yada 2. Onu geçemediğim konulardan biri de buydu sanırım; Taş sektirmek...

Aman ne önemli!

Doğrusu hiç de sevmezdim, dedim ya zaten beceremezdim de; ama o, o kadar mutlu görünürdü ki! Sanki bir kahraman gibi, böbürlenirdi de. Aramızda hep bir rekabet vardı evet, derslerde, oyunlarda; ama şu an hayatımdaki rekabetlerin böyle tatlı, yumuşak ve dostça olması için nelerimi vermezdim. Hep ona yenileceğimi bilsem de taş sektirirken hiç şikayet etmezdim. Tabi küçük bir ayrıntı daha vardı: Arda’yı beni bisikletiyle dolaştırması için ikna edebilmem buna bağlıydı. Ben Arda’dan uzundum arkada oturmaktansa benim sürmem çok daha rahat bir alternatifti; ama Arda hem ondan uzun boylu olmamı hem de o arkamda otururken bisiklete binmeyi 8 yaşındaki “erkeklik gururu”na yediremiyordu.

Mavi bir bisikleti vardı Arda’nın. Gevşek bir gidonu ama çok iyi tutan frenleri... Ön tekerleğinde bir sürü parlak yansıtıcı vardı, arka tekerkeğinde ise kurukafa desenli siyah jant kapaklarından. Aslında önce öndeydi de rüzgardan etkilenip gidonu çevirdiği için arkaya takmıştı Nihat Amca. Arda’nın o bisikletle ilgili bitmek tükenmek bitmeyen isteklerini kırmadan yerine getirmeye çalışıyorlardı. Korna, farlar.. O zamanlar adanın en havalı bisikletiydi. Arkada lacivert bir bayrak vardı. Bir de arkasındaki telde oturabilmem için ince bir yastık vardı. Anneme diktirmiştim onu, pembeydi. Önceleri Arda çok şikayet etmişti, adada bisikleti arkasında pembe minik bir minderle dolaşmak zorunda olmak o yaşta bile utandırmıştı onu. Sonraları beni kıramadı, bir de zamanla kirlenen minderin rengi koyulaştı, göze batmaz oldu. Hatta bu kadar çabuk kirlenmesinde Arda’nın da payının olduğundan şüphelenmedim değil. Yıkanmasına da izin vermiyordu üstelik. Yine de o pis minderde yolculuk yapmak güzeldi. Gerçi pek rahat bir yolculuk olmazdı bu;

Tekerlekleri hep çamurdu; _o jant kapağı için siyah dediğime bakmayın, resmen griydi_ düz yolda gitse ölürdü sanki. Ne kadar çamurlu, taşlı, çukurlu, tümsekli yol varsa oradan giderdik. Bunun bilgisayar oyunlarını çağrıştırdığını söylerdi Arda. Tabi biz onlardan farklı olarak kask, dizlik falan takmazdık. Üstümüzde kısacık şortlar, askılı, kısa kollu tişörtlerle atılırdık o çok tehlikeli bisiklet maceralarına. Her yanımız toz toprak içinde kalırdı, onun için kolaydı tabi; toprakla dolan upuzun saçlarımı temizlemek zorunda olan bendim. Annemden azar işitecek olan da.... Annem sırf bu yüzden kuaföre her gittiğinde beni yanında götürür, kısa saçın rahatlığını ve güzelliğini anlatması için kuaföre kaş – göz işaretleri yapardı. Tabi aradan bir kadının “Aaa şimdiki aklım olsa kestirmezdim, üstelik gençlere uzun saç çok yakışıyor, kızımız da maşallah genç kız olmuş bile!” ya da buna benzer bir şeyler demesi ve benim inadım planını suya düşürüyordu Ben yine belime kadar uzun saçlarımla evime dönüyordum. Yine toz toprak dolacak olan saçlarımla Arda’yla oynamaya...

- Buradan sonra, bize geleceksin değil mi?
- Olabilir, ama bisikleti biraz daha dikkatli sürmen gerek, geçen sefer eve gittiğimde kolum kanıyordu. Annemden bir ton azar işittim senin yüzünden.

Aslında kolum pek de umrumda değildi, zaten vücudum bazen koşarken çoğunlukla da bisikletteyken aldığım yaralar, çizikler ve morluklarla doluydu. Pek uslu çocuklar değildik. Hâlâ da ufak tefek izler var kollarımda. Çocukluğumun hatıra defteri oldu onlar, bakıp bakıp düşünmemek zor oluyor bazen yaptığım hataları. Oturup düşünüyorum bir işe yaramayacağını bile bile...

- Zaten bu, bisikletime son binişin olabilir.
- Beni taşımaktan bıktın mı? Diyorum ben süreyim biraz da, hem senden daha uzunum, daha rahat sürerim.
- Hayır! Neden sen sürecekmişsin! Hem ne varmış benim boyumda! Zaten olay o değil. Şu bisikletin haline baksana. Gidonu turuncu olmuş, boyamamız lazım ve gevşek birgün çok kötü düşeceğiz.
- Yapma Arda! Sanki şu ana kadar bisikletten düşmemişiz gibi, dizlerime baksana!
- Evet, olabilir; daha kötüsü de olabilir... Babam uğraşamayacağını söyledi. Madem sen yardımcı pilotumsun, beraber boyayacağız bisikleti! E tabi beceremezsek, yardımcı pilot ünvanına da hoşçakal diyebilirsin Zeynep.

YARDIMCI PİLOT!

Çok büyük bir unvandı benim için. Oysa tek yaptığım arkada oturmaktı...

Gidonun sağ tarafında pas izleri vardı; hatta tamamen pastı da diyebilirim. Arda babasını ikna edemeyince paslanmış gidonu boyamak için beni zorlamıştı ve tabi yine üstümüz başımız masmavi olmuştu. Bu arkadaşlığın mantıklı tarafı ben miydim o yaşta? Hem Arda’nın mantıklı yanı nasıl olabilirdim? O yaramaz bir oğlan çocuğuydu. Üstelik ben de pek sakin sayılmazdım.

- Ama o başlattı, yemin ederim o başlattı!
- Yalan söyleme, boyayı ilk sen sıçrattın üstüme.
- Yanlışlıkla oldu o bir kere! Sen sürdün burnuma boyayı önce!

Ve bu böyle sürer giderdi, bu tartışmalarım milyonlarcasını yaşamıştı. Eğer 8 yaşındaysanız herhangi bir şeyden “milyon” tane görme olasılığınız yoktu. O kavram büyüklere göreydi, Arda’yla ettiğimiz kavgaların böyle bir yönü de vardı işte. Hiçbir şeyin aslında “milyonlar” kadar önemi ve büyüklüğü yoktu.

- Zeynep! Özür dilerim seni boyadığım için. Ben başlattım her şeyi.
- Evet! Hiç şüphem yoktu zaten.
- Hala arkadaş mıyız?
- Bilmem, düşünmem lazım.
- Ne yani bir daha bisikletime binmeyecek misin?
- Tabiki bineceğim, ne zannettin!

Bu da 8 yaşında olmanın bir başka güzel yanı... Zaten topu topu 8 sene yaşamışsınız, ilk 3 seneyi hatırlamıyorsunuz, kaldı 5. Beş sene şimdi ufacık bir zaman dilimi gibi geliyor; ama o zamanlar tüm zaman buydu, tüm anılarım, tüm hayatım bu kadardı. E tabi beş senenin yanında bi ayın, bir haftanın önemi de büyüktü. 5 Sene yaşayıp da günlerce küs kalmak imkansız. Mesela 1 hafta uzun bir zaman. Koskocaman 1 hafta!

- Ne 1 hafta mı? Babam 1 hafta burada olmayacak mı yani?
- Evet tatlım, kısa bir iş gezisi sadece.
- Anneeee! 1 hafta çok uzun ama!
- Göz açıp kapayıncaya kadar burada olacak.

“ Göz açıp kapayıncaya kadar” da nedir? Yetişkinler dünyasında 1 hafta gözler kapalı kalabiliyor mu? Ben o zamanlar 12’de yatar 7’de kalkardım. Gözlerimi kapatabildiğim maksimum süre 7 saatten onlar 7 gün kapalı tutabilirler miydi yani?
O sabah annem beni kaldırırken çok şikayet ettim; bilseydim hemen yataktan fırlardım...

- Hoşçakal prenses, çabuk döneceğim.
- Emin misin?
- Göz açıp kapayıncaya kadar... Ben dönene dek uslu dur.
- Mmm... Söz veremem...
- Mmm... O zaman ben de sana getireceğim çikolatalar konusunda söz veremem Zeynepciğim.

Ooo babamın getirdiği çikolatalar benim zayıf noktamdı. Her akşam gelirken mutlaka getirirdi. Büyük ya da küçük, fındıklı, fıstıklı, nugalı, hindistancevizli, pirinç patlaklı.... Çikolataya tapardım resmen. O yüzden babamın bu sevimli tehditinde kaybeden taraf ben olmuştum.

- Tamam babacığım, sen kazandın! Sen gelene kadar uslu bir çocuk olacağıma söz. Çikolatalarımı getirmeyi unutma.

Vedalar... vedalar... Hâlâ bu yaşımda vedalar kadar nefret ettiğim hiçbir şey yok. Şu an bile bir vedanın ortasındayım. Gözlerimi açmasam bile olur, şöyle 7 gün falan işte... Neyse:

- Altancığım, kendine çok dikkat et.
- Tamam Meyra, endişelenme. Kendime bakabilirim.
- Her akşam ara, olur mu? Otelde yemeği fazla kaçırma. O yağlı açık büfeler sağlığın düşmanı biliyorsun.
- Arayacağım Meyra, hem merak etme senin yemeklerinden sonra onlar bana çok yavan gelmiştir hep; yine öyle olacak.

Annemin hakikaten inanılmaz bir yemek yapma yeteneği vardı. Sonuçta deneyimli bir hanımıydı. Yaptığı kekler, börekler, çörekler Ada’da ünlüydü. “Meyra Teyzenin damla çikolatalı kurabiyesi”ne bayılmayan yoktu. Kendini bu konuda çok geliştirmişti. Belki yapacak başka bir işi olmadığındandı. Belki babamla evlendikten sonra mesleğini bıraktığındandır. Annem İstanbul Devlet Konservatuvarı’ndan mezun bir oyuncu. Yani oyuncuydu. Babam ünlü bir iş adamıydı sonuçta, annemin o dönemler çalışmasında gerek yoktu. Ada’da harika bir evimiz vardı. Aslında İstanbul’da Ulus’da da bir evimiz vardı; ama Ada’yı o kadar çok seviyorlardı ki evlerinin yani dönüp dolaşıp gelecekleri, sığınacakları yerin orası olmasını seviyolardı. Tabi benim içni de geçerliydi bu durum, Ada evimdi. Annem o evi öyle sahiplenmişti ki babamın ısrarlarına rağmen; ne bana bir dadıyı, ne de kendisine bir yardımcıyı kabul etti. Hatta bahçe işlerini bile kendisi yapıyordu. Garip bir aidiyet...

Tabi o zamanlar, bunlar aklımda bir yer edinmemişti. O aralar yetişkinlerin gözlerini bir haftadan çok daha uzun bir süre kapalı tutacaklarımı öğrendiğim zamanlardı. Bir ay, bir yıl, birkaç yıl, bir ömür ve daha sürer gider. Yetişkin sonsuzu kadar...

- Tatlım.
- Efendim anneciğim?
- Biraz konuşalım mı?
- Ama Arda’yla sahile gidecektik.
- Biraz sonra gidersin, seni bekleyecektir.
- Pekala...
- Baban sabah yola çıktı biliyorsun.
- Evet anne, iş gezisi, 1 hafta biliyorum.
- Baban bir kaza geçirmiş!

Kaza derken! Annem her konuda mükemmeldi; ama bu konuda tökezlemişti sanki. Kaza deyince aklıma babamın uçağa binerken ayağının kayıp yere kapaklandığını düşündüm. Gözümün önüne gelen sahne buydu. Komikti! Komik değil miydi? Annem pek gülecek gibi durmuyordu.

- Ama iyi, öyle değil mi? Gidemedi iş gezisine, zaten istemiyordum. Bir hafta zannettiğiniz kadar kısa bir süre değil. Ben o kadar uzun süre gözlerimi kapayamam, göz açıp kapayana kadar bitmez o kadar uzun bir süre. Babama gidelim mi? Gidip onun aldığı kırmızı çiçekli elbiseyi giyeyim, sen de hazırlan.
- Zeynep...
- Anne! Şimdi konuşmanın vakti değil; babam doktorlara bizi soruyodur, bizi orada göremeyince gücenmiştir hem.
- Zeynep!

Bu sefer annem kendisinden beklemediğim kadar yüksek sesle bağırdı, korkmuştum. Bir hışımla beni yerime oturttu, gözleri doldu.

- Baban hastanede falan değil, bindiği uçak düşmüş.
- Anne?
- Efendim Zeynepciğim?
- Uçak nasıl düşer.....

Uçak bayağı sert düşüyormuş sonradan öğrendim, gerçekten çok acı oldu. Ölümün ne demek olduğunu daha büyükler bile kavrayamamıştı. Neden ölürüz, nereye gideriz? Kesin cevapları yoktu, sadece bazı şeylere inanıyorlardı. Peki ben o yaşımda ne anlamalıydım, ne düşünmeliydim?

Sahi ölüm neydi? Ne demekti ölüm?
Aylar geçmişti ama ben hâlâ bu konudan başka bir şey konuşamıyordum.

Herkesin birleştiği bazı görüşler, onun şimdi daha iyi bir yerde olduğu ve beni görebildiğiydi. Evet, toprağın altı rahat görünüyordu, yumuşaktı, gözenekliydi, yeşil çimenler vardı. Peki o gözeneklerden beni görebilir miydi? Hayır, bu biraz zordu, gözenekler o kadar da büyük değillerdi. Bu inanışlara soyut anlamlar yükleyebilmek ise topraktaki gözenekleri ölçmekten bile zordu.

- Biliyor musun, babamın beni görebileceğini söylüyorlar ama toprağın altından görmesi zor değil mi? Toprağın gözenekleri çok küçük.
- Evet, bunu ben de duymuştum. İnsanlar ölünce yok olmuyorlarmış. Gökyüzünden bizi izleyebiliyorlarmış. Annem bunu bana anneannem öldüğünde anlatmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails