30 Haziran 2010 Çarşamba

2. BÖLÜM: İLK AŞKLAR, SON AŞKLAR


O yazdan sonraki 6 seneyi hızlı çekim olarak yaşadım. Eğer bu bir Türk filmi olsaydı araya sonbaharın sarı yaprakları girebilirdi çok rahat; ama o zaman da olayların nasıl biteceğini tahmin etmek kolay olurdu. Hülya Koçyiğit’in sevgisi bütün her şeyi düzeltebilirdi belki ya da Türkan Şoray’ın o işveli bakışları hiçbir sorun bırakmazdı ortada. Ediz Hun sonunda gerçekleri öğrenir, “Sana haksızlık ettim!” diyerek af dilerdi. Her şey güllük gülistanlık olmuşken “SON” yazısı beliriverirdi, yapım şirketinin adı yazardı. Hollywood filmlerini bile kıskandıracak bir son olurdu böylece. Ancak olaylar pek de öyle gelişmedi. E tabi bu da benim hayatım, biraz maceralı oldu her şey...

Günler güzeldi, ada güzeldi, hayat da... Büyümüştüm artık, babamın olmamasına alışmış mıydım? İnsan böyle şeylere alışamaz, alışsa da sanki büyük bir ihanetmiş gibi kabullenemez... En azından hayat normal bir gidişattaydı. Annemle çok güzel bir hayat kurmuştuk. Babamın işlerini avukatımızın yardımıyla annem ve amcam hallediyorlardı. Tabi bu yüzden oyunculuk hayalleri tamamen suya düşmüştü. Kızını tek başına yetiştirmeye çalışan aynı zamanda kocasından kalanlara sahip çıkan güçlü kadın Meyra Gökmen’in o aralar ne yaşadığını bilemeyecek kadar acemiydim hayatta... Liseye geçmeme bir sene kalmıştı, sınava hazırlanıyordum. Tahmin ettiğim gibi hiçbir yaz tatili eskisi gibi olmamıştı, 8 yaşımda hayatımın yaz tatilleri eski anlamını kaybetmişti. Yaz mevsimi artık bana sadece yapış yapış bir sıcağı ve serinlemek için denize girmeyi, kafa dinlemek için yüzmeyi anlatıyordu. Bu mevsim benim için betimleme yapmaya değecek önemini kaybetmişti.

Kendimi kimseye Arda’ya olduğum kadar yakın hissetmemiştim; ama Özlem, Suna ve Gizem de iyi kızlardı. Arda gittikten sonra okuldaki en yakın arkadaşlarım onlar olmuştu. Okuldaki diyorum; çünkü okul bittikten sonra hayatımda yerleri olacağını tahmin etmiyordum.

Sınavdan sonra üzerimden büyük bir yük kalkmıştı hem de hayat çok güzeldi._Ne çok söylüyorum bunu, kanıtlamaya çalışır gibi... Sanki inanacaksınız da..._ Havalar ısınmıştı. Sık sık denize giriyor sonra da sahilde oturup kızlarla sohbet ediyorduk. Yine dedikodu kazanını kaynatırken Suna ortaya bir konu attı:

- Hadi kızlar, herkes ilk aşkını anlatsın.

Suna cümlesini bitirir bitirmez herkesi bir heyecan sardı. Tabi ben hariç, o zamana kadar hiç aşık olmamıştım. Ozan vardı bizim sınıfta bir, onunla da aramızda önemli bir şey olmamıştı. 1-2 sefer beni eve bırakmıştı en fazla.

Aklıma birden Arda’nın ilk aşkı gelmişti: Cansu. Tabi o zamanlar anlatmıyordu bana; hem çocukça bir şeydi tabiki 7 yaşındaydık. Annem anlatmıştı daha sonradan. Cansu beni sevmezdi, hem de hiç sevmezdi. Belki hırslı bir insan olduğu için kolay kolay sevemediğindendir kimseyi. Belki de Arda’nın yakın arkadaşı olduğumdandır. Gerçi sadece arkadaş olduğumuzu biliyordu o da eminim.

Ben bunları düşünürken konuşma iyice alevlenmişti. Özlem çok gösterişli bir kızdı, zaten 14 değil, 16 gibi gösteriyordu. İki yaş ergenlik dönemlerinde farkediyordu tabi. Liseli kızlar gibiydi, annesi Zuhal teyzeyi de binbir uğraşlarla ikna edip saçlarını kızıla boyadıktan sonra iyice göze batar olmuştu. Yeşil gözleri vardı gerçekten güzel bir kızdı:

- Benim ilk aşkım Bora biliyorsunuz kızlar! Ona deliler gibi aşığım.

Özlem iyi kızdı, hoş kızdı; ama biraz abartırdı sanki olayları. 14 yaşında hayatının aşkını bulmuş olması biraz saçma değil miydi? Üstelik Bora 16 yaşında bir lise öğrencisiydi. Her gün okulundan çıkar Özlem’i almaya gelirdi okul çıkışları.

14 yaşında “hayatının aşkını bulmuş olmak”... Belki kimine sihirli gelir bu, banaysa oldukça ürpertici. Her ne kadar o yaşlarda kime aşık olsam sonsuza kadar süreceğini düşünsem de içten içe bilirdim ki bu sonsuzluk istisnai bir sonsuzluktu. Sonsuza kadar sürmeyen... İşte bu yüzden hayatımın aşkını o yaşta bulursam 17’de belki 18’de kaybederim gibi geliyordu. O yüzden ilk aşkların önemsiz insanlar olması gerektiğini düşünüyordum. İlkler anlamlı olmasa da olurdu. Akşam yemeğinde tabakta son lokma için en güzel yemeği ayırmak gibi bir şey bu. En sona en önemli insanı bırakmak. Nasıl masadan kalkınca en güzel yemeğin tadı kalıyorsa damağında, sahneden inincede hayatıma en önemli insanın sinmesi lazımdı.

Neyse konuya devam edeyim:

Gizem de Erdem’i vardı. Erdem bizim sınıfın en matrak çocuğuydu. Ne zaman birlikte bir yerlere gitsek hepimizi gülmekten kırar geçirirdi. Birbirlerine yakışıyorlar aslında diye düşündüm o an. Bu yakışma olayı sadece bir göz zevkiydi heralde. Yoksa iki insan nasıl yakışabilirlerdi? Bu garip bir yargıydı... İki farklı hayat, görüş, bakışaçısı...

Suna ise derin bir ah çekti:

- Ben sizin kadar şanslı değilim tabi, Ozan bir kerecik dönüp de bana bakmadı. Ahh ahhh!

Evet, Suna’nın ergenlik çağının etkileriyle hayatının aşkı sandığı Ozan biraz önce bahsettiğim Ozan. Ben bunları düşünürken Özlem dürttü birden beni.

- Zeynep! Hadi sen de anlat.
- Neyi?
- Şuna bak dalmış iyice, ooo! Nelerden bahsediyoruz biz burada?
- İlk... ilk aşklardan.
- Heh yola gel şöyle, dökül bakalım.

Ozan’dan bahsedecek değildim herhalde. Suna çok üzülürdü.

- Yok, ben şu ana kadar hiç aşık olmadım.
- Aaaa, yalancıya bak!
- Gerçekten Gizem, daha ilk aşkımla tanışmadım.
- Hani bir çocuk vardı bizim okulda?

Aman Tanrım! Gizem anlamış olabilir miydi?

- Kimden bahsediyorsun tatlım?
- Hani ilk iki sene bizimle okuduktan sonra taşındılar adadan.
- Arda mı?
- Evet o, anlat hadi.
- Arda... Arda benim çocukluk arkadaşım, ilk aşkım değil ki. Sadece arkadaş...
- Biliriz biz o ayakları, hani mankenler yakalanırlar ya birileriyle derler: “Çekmeyin, çekmeyin sadece arkadaşız biz!” diye.
- Gizeeeem!

Sonrası kahkahalar... Oh, bu cehennem azabı sorulardan kurtulmuştum. Ne kadar komikti üstelik Arda ve ben. Yok artık! Arkadaştık biz, yakın arkadaş. Hem son günlerimizi düşününce... Pişmandım aslında, onu o kadar terslediğim için. Sonuçta yalan söylememişti, hatta Arda bana, beni mutlu etsin etmesin her zaman doğruları söyleyen tek insandı. Dürüsttü, güvenilirdi en azından. Her zaman insanlar böyle dostlara sahip olamıyorlardı. Büyüdüğüm nasıl da belli olmuştu birden. Pişmanlıklar...


Pişmanlıklar olacaksa hissettiklerim, büyümek istemiyordum. 8 yaşında kalabilmek için taş sektirdiğimiz sahile dönebilmek için neler vermezdim. Eksilmemiş bir halde.. Dahası böyle bir şeyin olabileceğine inanmam da mümkün değildi, belki 8 olsaydım zaman makinelerine inanabilirdim belki; ama şimdi imkansızdı... Hayallerim küçülmüştü.

- Ben geldim anne!
- Hoşgeldin tatlım, çık yukarı bir duş al. Mahlepli kurabiyelerimden yaptım.
- Dünyanın en hamarat annesi!

Yukarı çıkıp buz gibi suyla duş aldım, buna ihtiyacım vardı, henüz 14 yaşındaydım ve büyüme sancıları çekiyordum. Pişmanlıklar duyuyordum. Saçlarımı havluyla sarmadım, pıt pıt sular damlıyordu odamın parkelerinin üstüne. Gardolabımı açıp krem rengi bir şortla mavi dev bir tişötü üstüme geçirdim. Yatağıma uzandım, biraz müzik dinlemek istiyordum sadece. Candan Erçetin’den “Anlatma Sakın”...

Bana anlatma sakın
Riske girseydin eğer
Yola çıksaydın eğer
Neler yapardın neler

Pişmanlık ne demek şimdi daha iyi hissediyordum. Anlatılmasına, öğretilmesine gerek yoktu. O benim arkadaşımdı, onun hiç yapmadığı gibi kalbini kırdığım bir arkadaşım...

Sen iskeleye bağlı
Fırtınalardan yoksun
Tatlı rüzgara razı
Ben açık denizdeyim
Deniz bu belli olmaz
Huyunu seveyim...

Zaten hayatımda herhangi bir fırtına istemiyordum. Esip gürlemek ya da benzeri, hayır; kesinlikle hayır... Böyle bir şey bana ne zaman iyi gelmişti ki? Ayaklarımı yatağın başına uzatmış bunları düşünüyordum ki şarkı değişti. “Bensiz”

“Mevsimler bensiz kalacak...” diyordu o da.
Hangi mevsim?

- Zeyneeep!
- Tamam anneciğim iniyorum şimdi aşağı.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails