Yeşim teyze de annem de aynı şeyleri anlattıklarına göre belki de doğru olabilir diye düşünmüştüm o zamanlar. Ne de olsa babamın ölüm haberini anneme Yeşim Teyze vermişti. Sonradan öğrendiğime göre şöyle olmuş:
Annem mutfakta yine damla çikolatalı kurabiyelerinden yapıyormuş. Bir yandan da Yeşim Teyze’yle sohbet ediyorlarmış.
- Meyracığım, senin şu kurabiyelerini bir türlü senin gibi yapamıyorum bilesin. Eksik tarif mi veriyorsun yoksa bana, aşk olsun, darılacağım valla!
- Yeşim, yapar mıyım hiç öyle şey? Bak ben de senin tarçınlı kurabiyelerini senin yaptığın gibi yapamıyorum. İnsanın elinin yatkınlığı oluyor bir yemeğe sanki. Ada’da o kurabiyeleri “Yeşim Teyzenin tarçınlı kurabiyesi” diye biliyorlar, benimkileri de “Meyra Teyzenin damla çikolatalı kurabiyesi”... Belki de bu kendimizi yansıttığımız tek şey olarak kaldı, ondan bu kadar özel olması için çaba sarfediyoruz. Ah, ne komik değil mi tatlım?
- Meyra, Altan’la evlendikten sonra oyunculuğu bıraktığın için pişman mısın? Yani özdeşleşmek istediğin şey bir film karakteri mi olmalıydı sence, istediğin bu mu?
- Pişman değilim, Zeynep’e baksana... Nasıl pişman olabilirim? Altan’ı çok seviyorum. O da bu kurabiyeleri çok sever, şu hamuru biraz daha yoğurayım.
Zıııırrrrr......... Zıııııırrrr
- Yeşimciğim, telefona bakabilir misin? Ellerim hamurlu kirletmeyeyim şimdi ben ortalığı.
- Tabi tatlım...
İşte haberin geldiği an, Yeşim Teyzenin yıkılışı... Nasıl söylenir ki? Ne söylenir? Öyle oturup kalmış 5 dakika boyunca koltukta. Annem mutfakta pişen yemeğin kokusunu çeksin diye açtığı aspiratörden Yeşim Teyzenin ağlayışını duymuyordu. Önemli bir şey olsa gelir söylerdi ve herhalde tuvalete gitti, gelir birazdan diye düşünüp içeri gitmiyordu. Bu arada Yeşim Teyze çantasından o her zaman kullandığı prozac’larından bir tablet çıkarıp kot şortunun cebine koymuştu.
Annemse o arada kurabiyelerini yapmayı bitirmişti. Yeşim Teyze bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu kendini.
- Meyra, ben çok acıktım. Şu ekmeğin arasına bir şeyler koyup da yesek mi?
- Ay, ilahi Yeşim! Kurabiyeleri yeni koydum fırına. Şimdi şu patatesler de haşlanır, salatasını yaparız. Azıcık sabrediver.
- Olmaz, çok acıktım. Üstelik ilaç saatim de geldi.
- Hâlâ kullanıyorsun demek antidepresanları.
- İyi geliyorlar bana Meyra, sen de iç bak bi tane biraz bir şeyler yiyelim de.
- Saçmalama Yeşim! Cahil cahil birbirimizin ilaçlarını mı içeceğiz?
- Bir kere iç Meyra, kafan karışmış bir garipleşmişsin zaten. Ne olacak?
- Bilmiyorum. Önce bir yiyelim de.
- Tam zamanlı iş bizimki baksana, kolay mı çocuk yetiştirmek öyle. Bir yandan ev idare etmek, bir evliliği idare etmek...
- Kaşar peyniri koyuyorum ekmeğin arasına, ısıtıp tost yapayım mı?
- Gerek yok, getir de iki lokma bir şeyler yiyelim.
Yiyorlar yemeklerini, Yeşim Teyze güç bela o antidepresanı içiriyor anneme. İyi de nasıl söyleyecek? Bir saat beklemeye karar veriyor ilaç etkisini göstermeye başlasın diye. En azından psikolojik olarak annem antidepresan etkisinde olduğu düşüncesini kabullensin diye.
- Meyra?
- Efendim tatlım?
- Bu güne kadar hep beraberdik, değil mi? Birbirimizi hiç bırakmadık.
- Tabiki öyle canım arkadaşım, hep öyle olacak.
- Evet haklısın Meyra hep öyle olacak, çünkü yalnızız artık. Birbirimize daha çok destek olmak zorundayız. Elini şu ana kadar hiç bırakmadım, yine bırakmayacağım.
- Yeşim! Ne diyorsun sen?
- Meyra, çok üzgünüm. 2 saat önce gelen telefon var ya-
- Evet, unutmuştum ben onu!
- Ne yazık ki Altan’ı uçak kazasında kaybettik canım.
- Ne? Nasıl? Ne diyorsun?
Bilemiyorum, o antidepresanı Yeşim Teyze anneme vermeli miydi? Belki annem oracıkta bayılsaydı, çok daha iyi olabilirdi, bilinçsiz bir şekilde aylar boyunca çekemeyeceği kadar uzun bir uyku çekseydi daha iyi olabilirdi. Dedim ya bilemiyorum...
Sonuçta Yeşim Teyze bizim için bitişik komşudan öteydi. Yine de benim bitişik komşuya değil, babama ihtiyacım vardı işte. Bu yüzden babamın gökyüzünde olduğunu söylediklerinde yalan mı gerçek mi diye fazla düşünmek de istemiyordum; ama bana söylemeyi unuttukları şey, yıldızlara saatlerce baksam bile babamı orada göremeyeceğimdi. Bahçede çimlerin üzerine uzanmış yıldızları izliyorduk Arda’yla, babamı görebileceğimi umuyordum. En azından yıldızları birleştirip babamın gülümsemesini çizmeye çalışabilirdim; ama beceremiyordum.
- Neden babamı göremiyorum?
- Çünkü... Çünkü göremezsin işte. Gitti o.
- Hani gökyüzündeydi? Yok!
- Aptal o öyle değil, bunun bizim anlayamadığımız bir anlamı olmalı...
- Ama ne?
- Kimin umrunda!
- Benim! Babamı görmek istiyorum ben!
- Gö –re-mez-sin !
- Defol! Git buradan, senden nefret ediyorum. Sevmiyorum seni, git buradan, git!
Ağlayarak eve girdiğimi hatırlıyorum. O da koşa koşa bahçeden çıktı. Bu onunla 6 ay sonraki kapı ziline kadar son konuşmamız oldu. Bütün gece annemin dizinde ağladım ve anneme “Yalan söylüyor Arda değil mi, babamı bir daha görebileceğim, biliyorum.” deyip durdum. Yine ağlarken uyuyakaldım. Böyle bir boşlukla nasıl mücadele edebilirdim. Bir kız çocuğunun ilk kahramanı, ilk aşkı babasıydı. Bu canımı çok yakan bir kayıptı. Ne yapacağımı bilmiyordum işte. Aylar boyu sadece üstünkörü bu konudan bahsetmiş ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Bunu anlayamayacağımı gördüğümde ise elimdeki tek bilgi artık babamın yanımda olmadığıydı. Ona buna en çok da nazımın en fazla geçeceği insan olan Arda’ya çatıp durmuştum. Bazen bu kadar aksi ve sinirli olduğum için kendimden nefret ederdim hatta. Geceleri neden böyleyim diye oturur ağlardım. Neden böyle bir kayıp yaşamak zorundaydım? Neden göğsümün tam ortasında hiçbir zaman kapanmayacak bir boşluk oluşmuştu? Neden artık bütün gülümsemelerim buruk olacaktı? Gülerken neden dudağımın bir kenarında, ufak bir yerinde de olsa bir ağlama ifadesi olacaktı?
Milyonlarca soru vardı aklımda. İşte! Demiştim ya o yaşta bir şeyden “milyon” tane görme olasılığınız yoktur diye. Hayatımdaki isterseniz sonsuz deyin, isterseniz milyon, milyar soru işareti bu olaydan sonra oluştu.
En çok da fotoğraf çektirmek zordu. 7 yaşımda Arda’la izlediğim bir korku filmini hatırlayıp duruyodum:
- Arda! Ben korku filmlerini sevmiyorum, izlemesek...
- Saçmalama Zeynep! Bu filmi bulabilmek için ablamın film arşivini talan ettim, gazetede çok korkunç olduğu yazıyordu.
- Offff.... Büyüklere göre yani!
- Sen korkuyorsun!
- Hayır! Ne alakası var şimdi bununla. Kesinlikle korkmuyorum. Arda Atasoy! İddia ediyorum, senin korkacağın her şeye ben gülüp geçeceğim!
- Demek meydan okuma! Zeynep Gökmen! Meydan okumanı kabul ediyorum. Göreceğiz! Filmi açıyorum...
Tanrım, ne cesaret! Korku filmlerinden bu yaşımda korkuyorum. Nasıl izlediysem ben onu. 2000’lerin başlarının en korkutucu filmi olmalıydı “Ölülerle Dans”. Ailesini kaybeden genç bir kadının etrafında dönüyordu olaylar. Tabi sonrasında ailesinin ölümünü kendisinin hazırladığı ortaya çıkıyordu. Şizofren olan kadından öldürdüğü ailesi ve diğer maktüller intikam alıyordu. Orada kadın çevresinde hayalet olduğunu fotoğraf çekerek anlıyordu, ölülerin fotoğraflarda inanılmaz derecede çirkin bir silüeti oluşuyordu.
Ben de fotoğraf çektirdiğimde güzel olsun, çirkin olsun hiç umrumda değil babamın orada belirmesini bekledim hep. Ölülerle Dans’taki gibi. Şimdiki kuşağa basit ve komik tekniklerle çekildiği için aptalca gelen o filmin gerçek olmasını isterdim...
Babam arkamda bir güçtü sanki, arkama rahatça yaslanabiliyordum o varken. Ve şimdi taa o günden beri, 8 yaşımdan beri bir yerde oturduğumda arkama bile yaslanamıyorum. Sanki koltuğun sırt tarafı batıyor omurgama... Omurgamdan tüm bedenime bir acı yayıyor. Şu an da öyleyim, berbat bir durumdayım. Birazdan harika fotoğraflar çekilecek; ama ben arkama falan yaslanmadım...
Sonra bir de çikolata var. Babam her akşam çikolata getirirdi bana. İçinde sekiz tane küçük, kırmızı ambalajlı çikolata olan yine kırmızı bir kutu. O öldükten sonra doğru dürüst çikolata da yemedim. Hele o çikolatalardan hiç yemedim, ne zaman görsem bir mide ağrısı, bulantı başlıyor...
Babamın bende bıraktığı ne çok anı varmış meğer... Altan Gökmen... Yokluğunla o yaşta nasıl başa çıkabilirdim. Şimdi bana oradan kızıyorsundur. Çünkü o zamanlardaki aptallığım hayatımın en büyük uçuruımu açtı bende... Bazen diyorum belki de hayırlı olan budur. Hele son günlerde tesadüflere çok inanır oldum. Artık tesadüf mü dersiniz, hayatın bana oynadığı komik ya da trajik, trajikomik oyunlar mı? Anlatayım da görün...
***
Bir sabah beni annem uyandırdı.
- Yeşim teyzen, Sedef ablan ve Arda bizi görmeye gelmiş.
- Arda’yı görmek istemiyorum. O artık benim arkadaşım değil. Bana yalan söylüyor. Yalan söyleyen biri arkadaşım olamaz anne.
- Emin misin? Ada’dan taşınacaklarmış, gidiyorlar. Arda senin çocukluk arkadaşın ve artık komşumuz olmayacak. Vedalaşmak istemez misin tatlım?
- Hayır, tanımadığım biriyle vedalaşmayacağım.
- Yeşim teyzeni ve Sedef ablanı da mı tanımıyorsun?
- Hmmm... Sanırım onlarla vedalaşabilirim; ama sadece onlarla...
Sadece Yeşim teyzeyle ve Sedef ablayla vedalaştım, sadece onlarla konuştum. Arda’yla tek kelime etmedim. O da yanıma gelmeye cesaret edemedi. Arda’nın ani çıkışlarına, o haylazlıklarına rağmen sakin bir çocuktum, kızgınlığım onunki gibi volkan püskürmesini andırmıyordu; ama kalbimi çok kırmıştı ve benim tersim cidden pisti.
- Zeynep, Nihat amcanın işleri nedeniyle adadan taşınmak zorundayız. İstanbul’da Yeşilköy ilçesinde bir ev tuttuk. Bundan sonra orada yaşayacağız. Burada nasıl bizim evimiz, senin evinse orada da öyle olacak. Senin gibi cici bir kızı misafir etmek benim için zevk olur, bunu biliyorsun değil mi canım?
- Tabi Yeşim Teyze, her zaman. Hoşçakalın...
Benim için bu vedalaşma bir şey ifade etmiyordu. En fazla Yeşim Teyzenin devasa tarçınlı kurabiyelerinden uzak kalmak demekti. Üstelik annem onların tarifini alabilirdi. Evet, kayıp yoktu. Her şey halledilmişti. Arda’ya çok kızgındım. Bu kolumu yaraladığında, düşüp çenemi yarmama sebep olduğunda ya da en sevdiğim oyuncak bebeği denize attığında olduğu gibi bir küslük değildi. 8 yaşındaydım, 5’ini hatırlıyordum; ama gerekirse 15 hatta 25 sene onunla küs kalabilirdim. İleri gitmişti, saçmalamıştı, artık arkadaşım değildi.
Yanıma gelmeye yeltendi bir an; fakat vazgeçti. Yüzümdeki sert ifade onu caydırmış olmalıydı. Orada bulunmaktan sıkılmıştım. Tek kelime etmeden daha ne kadar oturacaktım. Arda’yla hala arkadaş olsaydım, şimdi koşar oynardık diye düşündüm. Aniden irkildim ve kendimi uyardım:
“Babamı hala görebilirim!”
Tüm cesaretini topladı Arda ve yanıma geldi Kararlıydım, tek kelime etmeyecektim.
- Bana bir şey vermelisin Zeynep.
- ...
- Anı olarak yani, uzağa gidiyorum.
- (İnan bu umrumda değil)...
- Saçındaki toka mesela, bunu alabilir miyim?
- ... (Hayır demesem alacaktı; ama konuşmak da istemiyordum.)
- Tamam, alıyorum bunu...
Ve aldı, perçemimi tutturan çilekli tokamı gömleğinin cebine koydu. Umursamıyormuş gibi davrandım. Biraz surat astım sadece... Aslında eğer inadım tutmamış olsaydı, kesinlikle o tokayı geri alırdım; çünkü babamın hediyesiydi. Ne kadar iyi yaptım bilemiyorum, şimdi olsaydı babamdan kalan her anı için savaşırdım sanırım.
- Meyracığım, şekerim dediğim gibi, artık Yeşilköy’de de bir eviniz var, her zaman size açık.
- Ah, Yeşim; çok tatlısın. Her zaman başımın üstünde yerin var arkadaşım. Ada sizin asıl eviniz, bunu hiç bir zaman unutmayın olur mu?
Annemle Yeşim teyze de böyle vedalaştılar işte. Sabahın 7’sinde bir araba sesi duydum. Nasıl uyandım bilmiyorum. Camdan Arda’yı, Nihat amcayı ve Yeşim teyzeyi ve Sedef ablayı izledim. O an, tam o an üzüldüğümü hissettim. Arda beni kırmak için bir şey söylemezdi ki. Tamam canımı acıttı daha önce ama hiç kırmadı beni. O benim en yakın arkadaşımdı ve gidiyordu. Ona veda bile etmemiştim. Bir inat uğruna, camdan hala onu izliyordum ki o da bana baktı, gülümsedi. Ben de dayanamadım ve el salladım. 8 yaşında bir çocuğun yaşayabileceği en acıklı vedaydı bu, ağlamaya başladım. Sokağın başında at arabası belirdi. Zaten eşyalarının çoğunu götürmüşlerdi. Birkaç bavulu da yanlarına alıp gittiler.
En yakın arkadaşım gitmişti...
Aramızda koskocaman, masmavi bir deniz vardı artık...
Bu büyük bir engeldi...
O yaz onunla geçirdiğim son yaz tatilim olacaktı belki de. Çocukluğumun yaz tatilleri bitmiş miydi yoksa? Biliyordum aslında o yaşımda içten içe, bir daha bu kadar eğlenemeyecektim. Bisiklete binerken üstüm başım toz toprak olmayacaktı. Bir daha taş sektirmeyecektik ve en kötüsü:
Belki de kendisine başka bir “yardımcı pilot” bulacaktı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder