30 Haziran 2010 Çarşamba

2. BÖLÜM: İLK AŞKLAR, SON AŞKLAR


O yazdan sonraki 6 seneyi hızlı çekim olarak yaşadım. Eğer bu bir Türk filmi olsaydı araya sonbaharın sarı yaprakları girebilirdi çok rahat; ama o zaman da olayların nasıl biteceğini tahmin etmek kolay olurdu. Hülya Koçyiğit’in sevgisi bütün her şeyi düzeltebilirdi belki ya da Türkan Şoray’ın o işveli bakışları hiçbir sorun bırakmazdı ortada. Ediz Hun sonunda gerçekleri öğrenir, “Sana haksızlık ettim!” diyerek af dilerdi. Her şey güllük gülistanlık olmuşken “SON” yazısı beliriverirdi, yapım şirketinin adı yazardı. Hollywood filmlerini bile kıskandıracak bir son olurdu böylece. Ancak olaylar pek de öyle gelişmedi. E tabi bu da benim hayatım, biraz maceralı oldu her şey...

Günler güzeldi, ada güzeldi, hayat da... Büyümüştüm artık, babamın olmamasına alışmış mıydım? İnsan böyle şeylere alışamaz, alışsa da sanki büyük bir ihanetmiş gibi kabullenemez... En azından hayat normal bir gidişattaydı. Annemle çok güzel bir hayat kurmuştuk. Babamın işlerini avukatımızın yardımıyla annem ve amcam hallediyorlardı. Tabi bu yüzden oyunculuk hayalleri tamamen suya düşmüştü. Kızını tek başına yetiştirmeye çalışan aynı zamanda kocasından kalanlara sahip çıkan güçlü kadın Meyra Gökmen’in o aralar ne yaşadığını bilemeyecek kadar acemiydim hayatta... Liseye geçmeme bir sene kalmıştı, sınava hazırlanıyordum. Tahmin ettiğim gibi hiçbir yaz tatili eskisi gibi olmamıştı, 8 yaşımda hayatımın yaz tatilleri eski anlamını kaybetmişti. Yaz mevsimi artık bana sadece yapış yapış bir sıcağı ve serinlemek için denize girmeyi, kafa dinlemek için yüzmeyi anlatıyordu. Bu mevsim benim için betimleme yapmaya değecek önemini kaybetmişti.

Kendimi kimseye Arda’ya olduğum kadar yakın hissetmemiştim; ama Özlem, Suna ve Gizem de iyi kızlardı. Arda gittikten sonra okuldaki en yakın arkadaşlarım onlar olmuştu. Okuldaki diyorum; çünkü okul bittikten sonra hayatımda yerleri olacağını tahmin etmiyordum.

Sınavdan sonra üzerimden büyük bir yük kalkmıştı hem de hayat çok güzeldi._Ne çok söylüyorum bunu, kanıtlamaya çalışır gibi... Sanki inanacaksınız da..._ Havalar ısınmıştı. Sık sık denize giriyor sonra da sahilde oturup kızlarla sohbet ediyorduk. Yine dedikodu kazanını kaynatırken Suna ortaya bir konu attı:

- Hadi kızlar, herkes ilk aşkını anlatsın.

Suna cümlesini bitirir bitirmez herkesi bir heyecan sardı. Tabi ben hariç, o zamana kadar hiç aşık olmamıştım. Ozan vardı bizim sınıfta bir, onunla da aramızda önemli bir şey olmamıştı. 1-2 sefer beni eve bırakmıştı en fazla.

Aklıma birden Arda’nın ilk aşkı gelmişti: Cansu. Tabi o zamanlar anlatmıyordu bana; hem çocukça bir şeydi tabiki 7 yaşındaydık. Annem anlatmıştı daha sonradan. Cansu beni sevmezdi, hem de hiç sevmezdi. Belki hırslı bir insan olduğu için kolay kolay sevemediğindendir kimseyi. Belki de Arda’nın yakın arkadaşı olduğumdandır. Gerçi sadece arkadaş olduğumuzu biliyordu o da eminim.

Ben bunları düşünürken konuşma iyice alevlenmişti. Özlem çok gösterişli bir kızdı, zaten 14 değil, 16 gibi gösteriyordu. İki yaş ergenlik dönemlerinde farkediyordu tabi. Liseli kızlar gibiydi, annesi Zuhal teyzeyi de binbir uğraşlarla ikna edip saçlarını kızıla boyadıktan sonra iyice göze batar olmuştu. Yeşil gözleri vardı gerçekten güzel bir kızdı:

- Benim ilk aşkım Bora biliyorsunuz kızlar! Ona deliler gibi aşığım.

Özlem iyi kızdı, hoş kızdı; ama biraz abartırdı sanki olayları. 14 yaşında hayatının aşkını bulmuş olması biraz saçma değil miydi? Üstelik Bora 16 yaşında bir lise öğrencisiydi. Her gün okulundan çıkar Özlem’i almaya gelirdi okul çıkışları.

14 yaşında “hayatının aşkını bulmuş olmak”... Belki kimine sihirli gelir bu, banaysa oldukça ürpertici. Her ne kadar o yaşlarda kime aşık olsam sonsuza kadar süreceğini düşünsem de içten içe bilirdim ki bu sonsuzluk istisnai bir sonsuzluktu. Sonsuza kadar sürmeyen... İşte bu yüzden hayatımın aşkını o yaşta bulursam 17’de belki 18’de kaybederim gibi geliyordu. O yüzden ilk aşkların önemsiz insanlar olması gerektiğini düşünüyordum. İlkler anlamlı olmasa da olurdu. Akşam yemeğinde tabakta son lokma için en güzel yemeği ayırmak gibi bir şey bu. En sona en önemli insanı bırakmak. Nasıl masadan kalkınca en güzel yemeğin tadı kalıyorsa damağında, sahneden inincede hayatıma en önemli insanın sinmesi lazımdı.

Neyse konuya devam edeyim:

Gizem de Erdem’i vardı. Erdem bizim sınıfın en matrak çocuğuydu. Ne zaman birlikte bir yerlere gitsek hepimizi gülmekten kırar geçirirdi. Birbirlerine yakışıyorlar aslında diye düşündüm o an. Bu yakışma olayı sadece bir göz zevkiydi heralde. Yoksa iki insan nasıl yakışabilirlerdi? Bu garip bir yargıydı... İki farklı hayat, görüş, bakışaçısı...

Suna ise derin bir ah çekti:

- Ben sizin kadar şanslı değilim tabi, Ozan bir kerecik dönüp de bana bakmadı. Ahh ahhh!

Evet, Suna’nın ergenlik çağının etkileriyle hayatının aşkı sandığı Ozan biraz önce bahsettiğim Ozan. Ben bunları düşünürken Özlem dürttü birden beni.

- Zeynep! Hadi sen de anlat.
- Neyi?
- Şuna bak dalmış iyice, ooo! Nelerden bahsediyoruz biz burada?
- İlk... ilk aşklardan.
- Heh yola gel şöyle, dökül bakalım.

Ozan’dan bahsedecek değildim herhalde. Suna çok üzülürdü.

- Yok, ben şu ana kadar hiç aşık olmadım.
- Aaaa, yalancıya bak!
- Gerçekten Gizem, daha ilk aşkımla tanışmadım.
- Hani bir çocuk vardı bizim okulda?

Aman Tanrım! Gizem anlamış olabilir miydi?

- Kimden bahsediyorsun tatlım?
- Hani ilk iki sene bizimle okuduktan sonra taşındılar adadan.
- Arda mı?
- Evet o, anlat hadi.
- Arda... Arda benim çocukluk arkadaşım, ilk aşkım değil ki. Sadece arkadaş...
- Biliriz biz o ayakları, hani mankenler yakalanırlar ya birileriyle derler: “Çekmeyin, çekmeyin sadece arkadaşız biz!” diye.
- Gizeeeem!

Sonrası kahkahalar... Oh, bu cehennem azabı sorulardan kurtulmuştum. Ne kadar komikti üstelik Arda ve ben. Yok artık! Arkadaştık biz, yakın arkadaş. Hem son günlerimizi düşününce... Pişmandım aslında, onu o kadar terslediğim için. Sonuçta yalan söylememişti, hatta Arda bana, beni mutlu etsin etmesin her zaman doğruları söyleyen tek insandı. Dürüsttü, güvenilirdi en azından. Her zaman insanlar böyle dostlara sahip olamıyorlardı. Büyüdüğüm nasıl da belli olmuştu birden. Pişmanlıklar...


Pişmanlıklar olacaksa hissettiklerim, büyümek istemiyordum. 8 yaşında kalabilmek için taş sektirdiğimiz sahile dönebilmek için neler vermezdim. Eksilmemiş bir halde.. Dahası böyle bir şeyin olabileceğine inanmam da mümkün değildi, belki 8 olsaydım zaman makinelerine inanabilirdim belki; ama şimdi imkansızdı... Hayallerim küçülmüştü.

- Ben geldim anne!
- Hoşgeldin tatlım, çık yukarı bir duş al. Mahlepli kurabiyelerimden yaptım.
- Dünyanın en hamarat annesi!

Yukarı çıkıp buz gibi suyla duş aldım, buna ihtiyacım vardı, henüz 14 yaşındaydım ve büyüme sancıları çekiyordum. Pişmanlıklar duyuyordum. Saçlarımı havluyla sarmadım, pıt pıt sular damlıyordu odamın parkelerinin üstüne. Gardolabımı açıp krem rengi bir şortla mavi dev bir tişötü üstüme geçirdim. Yatağıma uzandım, biraz müzik dinlemek istiyordum sadece. Candan Erçetin’den “Anlatma Sakın”...

Bana anlatma sakın
Riske girseydin eğer
Yola çıksaydın eğer
Neler yapardın neler

Pişmanlık ne demek şimdi daha iyi hissediyordum. Anlatılmasına, öğretilmesine gerek yoktu. O benim arkadaşımdı, onun hiç yapmadığı gibi kalbini kırdığım bir arkadaşım...

Sen iskeleye bağlı
Fırtınalardan yoksun
Tatlı rüzgara razı
Ben açık denizdeyim
Deniz bu belli olmaz
Huyunu seveyim...

Zaten hayatımda herhangi bir fırtına istemiyordum. Esip gürlemek ya da benzeri, hayır; kesinlikle hayır... Böyle bir şey bana ne zaman iyi gelmişti ki? Ayaklarımı yatağın başına uzatmış bunları düşünüyordum ki şarkı değişti. “Bensiz”

“Mevsimler bensiz kalacak...” diyordu o da.
Hangi mevsim?

- Zeyneeep!
- Tamam anneciğim iniyorum şimdi aşağı.

***

29 Haziran 2010 Salı

1. BÖLÜMÜN DEVAMI


Yeşim teyze de annem de aynı şeyleri anlattıklarına göre belki de doğru olabilir diye düşünmüştüm o zamanlar. Ne de olsa babamın ölüm haberini anneme Yeşim Teyze vermişti. Sonradan öğrendiğime göre şöyle olmuş:
Annem mutfakta yine damla çikolatalı kurabiyelerinden yapıyormuş. Bir yandan da Yeşim Teyze’yle sohbet ediyorlarmış.

- Meyracığım, senin şu kurabiyelerini bir türlü senin gibi yapamıyorum bilesin. Eksik tarif mi veriyorsun yoksa bana, aşk olsun, darılacağım valla!
- Yeşim, yapar mıyım hiç öyle şey? Bak ben de senin tarçınlı kurabiyelerini senin yaptığın gibi yapamıyorum. İnsanın elinin yatkınlığı oluyor bir yemeğe sanki. Ada’da o kurabiyeleri “Yeşim Teyzenin tarçınlı kurabiyesi” diye biliyorlar, benimkileri de “Meyra Teyzenin damla çikolatalı kurabiyesi”... Belki de bu kendimizi yansıttığımız tek şey olarak kaldı, ondan bu kadar özel olması için çaba sarfediyoruz. Ah, ne komik değil mi tatlım?
- Meyra, Altan’la evlendikten sonra oyunculuğu bıraktığın için pişman mısın? Yani özdeşleşmek istediğin şey bir film karakteri mi olmalıydı sence, istediğin bu mu?
- Pişman değilim, Zeynep’e baksana... Nasıl pişman olabilirim? Altan’ı çok seviyorum. O da bu kurabiyeleri çok sever, şu hamuru biraz daha yoğurayım.

Zıııırrrrr......... Zıııııırrrr

- Yeşimciğim, telefona bakabilir misin? Ellerim hamurlu kirletmeyeyim şimdi ben ortalığı.
- Tabi tatlım...

İşte haberin geldiği an, Yeşim Teyzenin yıkılışı... Nasıl söylenir ki? Ne söylenir? Öyle oturup kalmış 5 dakika boyunca koltukta. Annem mutfakta pişen yemeğin kokusunu çeksin diye açtığı aspiratörden Yeşim Teyzenin ağlayışını duymuyordu. Önemli bir şey olsa gelir söylerdi ve herhalde tuvalete gitti, gelir birazdan diye düşünüp içeri gitmiyordu. Bu arada Yeşim Teyze çantasından o her zaman kullandığı prozac’larından bir tablet çıkarıp kot şortunun cebine koymuştu.

Annemse o arada kurabiyelerini yapmayı bitirmişti. Yeşim Teyze bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu kendini.

- Meyra, ben çok acıktım. Şu ekmeğin arasına bir şeyler koyup da yesek mi?
- Ay, ilahi Yeşim! Kurabiyeleri yeni koydum fırına. Şimdi şu patatesler de haşlanır, salatasını yaparız. Azıcık sabrediver.
- Olmaz, çok acıktım. Üstelik ilaç saatim de geldi.
- Hâlâ kullanıyorsun demek antidepresanları.
- İyi geliyorlar bana Meyra, sen de iç bak bi tane biraz bir şeyler yiyelim de.
- Saçmalama Yeşim! Cahil cahil birbirimizin ilaçlarını mı içeceğiz?
- Bir kere iç Meyra, kafan karışmış bir garipleşmişsin zaten. Ne olacak?
- Bilmiyorum. Önce bir yiyelim de.
- Tam zamanlı iş bizimki baksana, kolay mı çocuk yetiştirmek öyle. Bir yandan ev idare etmek, bir evliliği idare etmek...
- Kaşar peyniri koyuyorum ekmeğin arasına, ısıtıp tost yapayım mı?
- Gerek yok, getir de iki lokma bir şeyler yiyelim.

Yiyorlar yemeklerini, Yeşim Teyze güç bela o antidepresanı içiriyor anneme. İyi de nasıl söyleyecek? Bir saat beklemeye karar veriyor ilaç etkisini göstermeye başlasın diye. En azından psikolojik olarak annem antidepresan etkisinde olduğu düşüncesini kabullensin diye.


- Meyra?
- Efendim tatlım?
- Bu güne kadar hep beraberdik, değil mi? Birbirimizi hiç bırakmadık.
- Tabiki öyle canım arkadaşım, hep öyle olacak.
- Evet haklısın Meyra hep öyle olacak, çünkü yalnızız artık. Birbirimize daha çok destek olmak zorundayız. Elini şu ana kadar hiç bırakmadım, yine bırakmayacağım.
- Yeşim! Ne diyorsun sen?
- Meyra, çok üzgünüm. 2 saat önce gelen telefon var ya-
- Evet, unutmuştum ben onu!
- Ne yazık ki Altan’ı uçak kazasında kaybettik canım.
- Ne? Nasıl? Ne diyorsun?

Bilemiyorum, o antidepresanı Yeşim Teyze anneme vermeli miydi? Belki annem oracıkta bayılsaydı, çok daha iyi olabilirdi, bilinçsiz bir şekilde aylar boyunca çekemeyeceği kadar uzun bir uyku çekseydi daha iyi olabilirdi. Dedim ya bilemiyorum...

Sonuçta Yeşim Teyze bizim için bitişik komşudan öteydi. Yine de benim bitişik komşuya değil, babama ihtiyacım vardı işte. Bu yüzden babamın gökyüzünde olduğunu söylediklerinde yalan mı gerçek mi diye fazla düşünmek de istemiyordum; ama bana söylemeyi unuttukları şey, yıldızlara saatlerce baksam bile babamı orada göremeyeceğimdi. Bahçede çimlerin üzerine uzanmış yıldızları izliyorduk Arda’yla, babamı görebileceğimi umuyordum. En azından yıldızları birleştirip babamın gülümsemesini çizmeye çalışabilirdim; ama beceremiyordum.

- Neden babamı göremiyorum?
- Çünkü... Çünkü göremezsin işte. Gitti o.
- Hani gökyüzündeydi? Yok!
- Aptal o öyle değil, bunun bizim anlayamadığımız bir anlamı olmalı...
- Ama ne?
- Kimin umrunda!
- Benim! Babamı görmek istiyorum ben!
- Gö –re-mez-sin !
- Defol! Git buradan, senden nefret ediyorum. Sevmiyorum seni, git buradan, git!

Ağlayarak eve girdiğimi hatırlıyorum. O da koşa koşa bahçeden çıktı. Bu onunla 6 ay sonraki kapı ziline kadar son konuşmamız oldu. Bütün gece annemin dizinde ağladım ve anneme “Yalan söylüyor Arda değil mi, babamı bir daha görebileceğim, biliyorum.” deyip durdum. Yine ağlarken uyuyakaldım. Böyle bir boşlukla nasıl mücadele edebilirdim. Bir kız çocuğunun ilk kahramanı, ilk aşkı babasıydı. Bu canımı çok yakan bir kayıptı. Ne yapacağımı bilmiyordum işte. Aylar boyu sadece üstünkörü bu konudan bahsetmiş ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Bunu anlayamayacağımı gördüğümde ise elimdeki tek bilgi artık babamın yanımda olmadığıydı. Ona buna en çok da nazımın en fazla geçeceği insan olan Arda’ya çatıp durmuştum. Bazen bu kadar aksi ve sinirli olduğum için kendimden nefret ederdim hatta. Geceleri neden böyleyim diye oturur ağlardım. Neden böyle bir kayıp yaşamak zorundaydım? Neden göğsümün tam ortasında hiçbir zaman kapanmayacak bir boşluk oluşmuştu? Neden artık bütün gülümsemelerim buruk olacaktı? Gülerken neden dudağımın bir kenarında, ufak bir yerinde de olsa bir ağlama ifadesi olacaktı?

Milyonlarca soru vardı aklımda. İşte! Demiştim ya o yaşta bir şeyden “milyon” tane görme olasılığınız yoktur diye. Hayatımdaki isterseniz sonsuz deyin, isterseniz milyon, milyar soru işareti bu olaydan sonra oluştu.

En çok da fotoğraf çektirmek zordu. 7 yaşımda Arda’la izlediğim bir korku filmini hatırlayıp duruyodum:

- Arda! Ben korku filmlerini sevmiyorum, izlemesek...
- Saçmalama Zeynep! Bu filmi bulabilmek için ablamın film arşivini talan ettim, gazetede çok korkunç olduğu yazıyordu.
- Offff.... Büyüklere göre yani!
- Sen korkuyorsun!
- Hayır! Ne alakası var şimdi bununla. Kesinlikle korkmuyorum. Arda Atasoy! İddia ediyorum, senin korkacağın her şeye ben gülüp geçeceğim!
- Demek meydan okuma! Zeynep Gökmen! Meydan okumanı kabul ediyorum. Göreceğiz! Filmi açıyorum...

Tanrım, ne cesaret! Korku filmlerinden bu yaşımda korkuyorum. Nasıl izlediysem ben onu. 2000’lerin başlarının en korkutucu filmi olmalıydı “Ölülerle Dans”. Ailesini kaybeden genç bir kadının etrafında dönüyordu olaylar. Tabi sonrasında ailesinin ölümünü kendisinin hazırladığı ortaya çıkıyordu. Şizofren olan kadından öldürdüğü ailesi ve diğer maktüller intikam alıyordu. Orada kadın çevresinde hayalet olduğunu fotoğraf çekerek anlıyordu, ölülerin fotoğraflarda inanılmaz derecede çirkin bir silüeti oluşuyordu.

Ben de fotoğraf çektirdiğimde güzel olsun, çirkin olsun hiç umrumda değil babamın orada belirmesini bekledim hep. Ölülerle Dans’taki gibi. Şimdiki kuşağa basit ve komik tekniklerle çekildiği için aptalca gelen o filmin gerçek olmasını isterdim...

Babam arkamda bir güçtü sanki, arkama rahatça yaslanabiliyordum o varken. Ve şimdi taa o günden beri, 8 yaşımdan beri bir yerde oturduğumda arkama bile yaslanamıyorum. Sanki koltuğun sırt tarafı batıyor omurgama... Omurgamdan tüm bedenime bir acı yayıyor. Şu an da öyleyim, berbat bir durumdayım. Birazdan harika fotoğraflar çekilecek; ama ben arkama falan yaslanmadım...

Sonra bir de çikolata var. Babam her akşam çikolata getirirdi bana. İçinde sekiz tane küçük, kırmızı ambalajlı çikolata olan yine kırmızı bir kutu. O öldükten sonra doğru dürüst çikolata da yemedim. Hele o çikolatalardan hiç yemedim, ne zaman görsem bir mide ağrısı, bulantı başlıyor...

Babamın bende bıraktığı ne çok anı varmış meğer... Altan Gökmen... Yokluğunla o yaşta nasıl başa çıkabilirdim. Şimdi bana oradan kızıyorsundur. Çünkü o zamanlardaki aptallığım hayatımın en büyük uçuruımu açtı bende... Bazen diyorum belki de hayırlı olan budur. Hele son günlerde tesadüflere çok inanır oldum. Artık tesadüf mü dersiniz, hayatın bana oynadığı komik ya da trajik, trajikomik oyunlar mı? Anlatayım da görün...

***

Bir sabah beni annem uyandırdı.

- Yeşim teyzen, Sedef ablan ve Arda bizi görmeye gelmiş.
- Arda’yı görmek istemiyorum. O artık benim arkadaşım değil. Bana yalan söylüyor. Yalan söyleyen biri arkadaşım olamaz anne.
- Emin misin? Ada’dan taşınacaklarmış, gidiyorlar. Arda senin çocukluk arkadaşın ve artık komşumuz olmayacak. Vedalaşmak istemez misin tatlım?
- Hayır, tanımadığım biriyle vedalaşmayacağım.
- Yeşim teyzeni ve Sedef ablanı da mı tanımıyorsun?
- Hmmm... Sanırım onlarla vedalaşabilirim; ama sadece onlarla...

Sadece Yeşim teyzeyle ve Sedef ablayla vedalaştım, sadece onlarla konuştum. Arda’yla tek kelime etmedim. O da yanıma gelmeye cesaret edemedi. Arda’nın ani çıkışlarına, o haylazlıklarına rağmen sakin bir çocuktum, kızgınlığım onunki gibi volkan püskürmesini andırmıyordu; ama kalbimi çok kırmıştı ve benim tersim cidden pisti.

- Zeynep, Nihat amcanın işleri nedeniyle adadan taşınmak zorundayız. İstanbul’da Yeşilköy ilçesinde bir ev tuttuk. Bundan sonra orada yaşayacağız. Burada nasıl bizim evimiz, senin evinse orada da öyle olacak. Senin gibi cici bir kızı misafir etmek benim için zevk olur, bunu biliyorsun değil mi canım?
- Tabi Yeşim Teyze, her zaman. Hoşçakalın...

Benim için bu vedalaşma bir şey ifade etmiyordu. En fazla Yeşim Teyzenin devasa tarçınlı kurabiyelerinden uzak kalmak demekti. Üstelik annem onların tarifini alabilirdi. Evet, kayıp yoktu. Her şey halledilmişti. Arda’ya çok kızgındım. Bu kolumu yaraladığında, düşüp çenemi yarmama sebep olduğunda ya da en sevdiğim oyuncak bebeği denize attığında olduğu gibi bir küslük değildi. 8 yaşındaydım, 5’ini hatırlıyordum; ama gerekirse 15 hatta 25 sene onunla küs kalabilirdim. İleri gitmişti, saçmalamıştı, artık arkadaşım değildi.

Yanıma gelmeye yeltendi bir an; fakat vazgeçti. Yüzümdeki sert ifade onu caydırmış olmalıydı. Orada bulunmaktan sıkılmıştım. Tek kelime etmeden daha ne kadar oturacaktım. Arda’yla hala arkadaş olsaydım, şimdi koşar oynardık diye düşündüm. Aniden irkildim ve kendimi uyardım:

“Babamı hala görebilirim!”

Tüm cesaretini topladı Arda ve yanıma geldi Kararlıydım, tek kelime etmeyecektim.

- Bana bir şey vermelisin Zeynep.
- ...
- Anı olarak yani, uzağa gidiyorum.
- (İnan bu umrumda değil)...
- Saçındaki toka mesela, bunu alabilir miyim?
- ... (Hayır demesem alacaktı; ama konuşmak da istemiyordum.)
- Tamam, alıyorum bunu...

Ve aldı, perçemimi tutturan çilekli tokamı gömleğinin cebine koydu. Umursamıyormuş gibi davrandım. Biraz surat astım sadece... Aslında eğer inadım tutmamış olsaydı, kesinlikle o tokayı geri alırdım; çünkü babamın hediyesiydi. Ne kadar iyi yaptım bilemiyorum, şimdi olsaydı babamdan kalan her anı için savaşırdım sanırım.

- Meyracığım, şekerim dediğim gibi, artık Yeşilköy’de de bir eviniz var, her zaman size açık.
- Ah, Yeşim; çok tatlısın. Her zaman başımın üstünde yerin var arkadaşım. Ada sizin asıl eviniz, bunu hiç bir zaman unutmayın olur mu?
Annemle Yeşim teyze de böyle vedalaştılar işte. Sabahın 7’sinde bir araba sesi duydum. Nasıl uyandım bilmiyorum. Camdan Arda’yı, Nihat amcayı ve Yeşim teyzeyi ve Sedef ablayı izledim. O an, tam o an üzüldüğümü hissettim. Arda beni kırmak için bir şey söylemezdi ki. Tamam canımı acıttı daha önce ama hiç kırmadı beni. O benim en yakın arkadaşımdı ve gidiyordu. Ona veda bile etmemiştim. Bir inat uğruna, camdan hala onu izliyordum ki o da bana baktı, gülümsedi. Ben de dayanamadım ve el salladım. 8 yaşında bir çocuğun yaşayabileceği en acıklı vedaydı bu, ağlamaya başladım. Sokağın başında at arabası belirdi. Zaten eşyalarının çoğunu götürmüşlerdi. Birkaç bavulu da yanlarına alıp gittiler.

En yakın arkadaşım gitmişti...
Aramızda koskocaman, masmavi bir deniz vardı artık...
Bu büyük bir engeldi...
O yaz onunla geçirdiğim son yaz tatilim olacaktı belki de. Çocukluğumun yaz tatilleri bitmiş miydi yoksa? Biliyordum aslında o yaşımda içten içe, bir daha bu kadar eğlenemeyecektim. Bisiklete binerken üstüm başım toz toprak olmayacaktı. Bir daha taş sektirmeyecektik ve en kötüsü:

Belki de kendisine başka bir “yardımcı pilot” bulacaktı!

28 Haziran 2010 Pazartesi

1. BÖLÜM: SON YAZ TATİLİM


- Sence tadı nasıldır?
- Neyin?
- Neyin olacak şapşal, hayatın?
- Bilmem hiç bakmadım tadına.
- Sence bir gün öğrenebilir miyiz?
- Zeynep, aptal romantik kız konuşmalarına bir son verebilir miyiz artık? Taş sektirmek istiyorum. Hadi çabuk!

Koşa koşa indik plajın kenarları otlarla dolu taş merdivenlerini. Arda hep benden daha hızlı koşardı, hiç geçemedim onu. Hep yarışırdık, hep kaybederdim. Düşer ya da yorulur bir köşede bazen de yolun ortasında oturur, “Tamam, pes!” diye bağırırdım.Yine pes etmeye az kalmıştı ki durdu, sonra yerden taş toplamaya başladı. Garip bir şekilde severdi denizde taş sektirmeyi. Bana saymayı bile bu arada öğretmişti. 1... 2...3... tabi bu kadar belki 4. Eğer taşı ben attıysam 1 yada 2. Onu geçemediğim konulardan biri de buydu sanırım; Taş sektirmek...

Aman ne önemli!

Doğrusu hiç de sevmezdim, dedim ya zaten beceremezdim de; ama o, o kadar mutlu görünürdü ki! Sanki bir kahraman gibi, böbürlenirdi de. Aramızda hep bir rekabet vardı evet, derslerde, oyunlarda; ama şu an hayatımdaki rekabetlerin böyle tatlı, yumuşak ve dostça olması için nelerimi vermezdim. Hep ona yenileceğimi bilsem de taş sektirirken hiç şikayet etmezdim. Tabi küçük bir ayrıntı daha vardı: Arda’yı beni bisikletiyle dolaştırması için ikna edebilmem buna bağlıydı. Ben Arda’dan uzundum arkada oturmaktansa benim sürmem çok daha rahat bir alternatifti; ama Arda hem ondan uzun boylu olmamı hem de o arkamda otururken bisiklete binmeyi 8 yaşındaki “erkeklik gururu”na yediremiyordu.

Mavi bir bisikleti vardı Arda’nın. Gevşek bir gidonu ama çok iyi tutan frenleri... Ön tekerleğinde bir sürü parlak yansıtıcı vardı, arka tekerkeğinde ise kurukafa desenli siyah jant kapaklarından. Aslında önce öndeydi de rüzgardan etkilenip gidonu çevirdiği için arkaya takmıştı Nihat Amca. Arda’nın o bisikletle ilgili bitmek tükenmek bitmeyen isteklerini kırmadan yerine getirmeye çalışıyorlardı. Korna, farlar.. O zamanlar adanın en havalı bisikletiydi. Arkada lacivert bir bayrak vardı. Bir de arkasındaki telde oturabilmem için ince bir yastık vardı. Anneme diktirmiştim onu, pembeydi. Önceleri Arda çok şikayet etmişti, adada bisikleti arkasında pembe minik bir minderle dolaşmak zorunda olmak o yaşta bile utandırmıştı onu. Sonraları beni kıramadı, bir de zamanla kirlenen minderin rengi koyulaştı, göze batmaz oldu. Hatta bu kadar çabuk kirlenmesinde Arda’nın da payının olduğundan şüphelenmedim değil. Yıkanmasına da izin vermiyordu üstelik. Yine de o pis minderde yolculuk yapmak güzeldi. Gerçi pek rahat bir yolculuk olmazdı bu;

Tekerlekleri hep çamurdu; _o jant kapağı için siyah dediğime bakmayın, resmen griydi_ düz yolda gitse ölürdü sanki. Ne kadar çamurlu, taşlı, çukurlu, tümsekli yol varsa oradan giderdik. Bunun bilgisayar oyunlarını çağrıştırdığını söylerdi Arda. Tabi biz onlardan farklı olarak kask, dizlik falan takmazdık. Üstümüzde kısacık şortlar, askılı, kısa kollu tişörtlerle atılırdık o çok tehlikeli bisiklet maceralarına. Her yanımız toz toprak içinde kalırdı, onun için kolaydı tabi; toprakla dolan upuzun saçlarımı temizlemek zorunda olan bendim. Annemden azar işitecek olan da.... Annem sırf bu yüzden kuaföre her gittiğinde beni yanında götürür, kısa saçın rahatlığını ve güzelliğini anlatması için kuaföre kaş – göz işaretleri yapardı. Tabi aradan bir kadının “Aaa şimdiki aklım olsa kestirmezdim, üstelik gençlere uzun saç çok yakışıyor, kızımız da maşallah genç kız olmuş bile!” ya da buna benzer bir şeyler demesi ve benim inadım planını suya düşürüyordu Ben yine belime kadar uzun saçlarımla evime dönüyordum. Yine toz toprak dolacak olan saçlarımla Arda’yla oynamaya...

- Buradan sonra, bize geleceksin değil mi?
- Olabilir, ama bisikleti biraz daha dikkatli sürmen gerek, geçen sefer eve gittiğimde kolum kanıyordu. Annemden bir ton azar işittim senin yüzünden.

Aslında kolum pek de umrumda değildi, zaten vücudum bazen koşarken çoğunlukla da bisikletteyken aldığım yaralar, çizikler ve morluklarla doluydu. Pek uslu çocuklar değildik. Hâlâ da ufak tefek izler var kollarımda. Çocukluğumun hatıra defteri oldu onlar, bakıp bakıp düşünmemek zor oluyor bazen yaptığım hataları. Oturup düşünüyorum bir işe yaramayacağını bile bile...

- Zaten bu, bisikletime son binişin olabilir.
- Beni taşımaktan bıktın mı? Diyorum ben süreyim biraz da, hem senden daha uzunum, daha rahat sürerim.
- Hayır! Neden sen sürecekmişsin! Hem ne varmış benim boyumda! Zaten olay o değil. Şu bisikletin haline baksana. Gidonu turuncu olmuş, boyamamız lazım ve gevşek birgün çok kötü düşeceğiz.
- Yapma Arda! Sanki şu ana kadar bisikletten düşmemişiz gibi, dizlerime baksana!
- Evet, olabilir; daha kötüsü de olabilir... Babam uğraşamayacağını söyledi. Madem sen yardımcı pilotumsun, beraber boyayacağız bisikleti! E tabi beceremezsek, yardımcı pilot ünvanına da hoşçakal diyebilirsin Zeynep.

YARDIMCI PİLOT!

Çok büyük bir unvandı benim için. Oysa tek yaptığım arkada oturmaktı...

Gidonun sağ tarafında pas izleri vardı; hatta tamamen pastı da diyebilirim. Arda babasını ikna edemeyince paslanmış gidonu boyamak için beni zorlamıştı ve tabi yine üstümüz başımız masmavi olmuştu. Bu arkadaşlığın mantıklı tarafı ben miydim o yaşta? Hem Arda’nın mantıklı yanı nasıl olabilirdim? O yaramaz bir oğlan çocuğuydu. Üstelik ben de pek sakin sayılmazdım.

- Ama o başlattı, yemin ederim o başlattı!
- Yalan söyleme, boyayı ilk sen sıçrattın üstüme.
- Yanlışlıkla oldu o bir kere! Sen sürdün burnuma boyayı önce!

Ve bu böyle sürer giderdi, bu tartışmalarım milyonlarcasını yaşamıştı. Eğer 8 yaşındaysanız herhangi bir şeyden “milyon” tane görme olasılığınız yoktu. O kavram büyüklere göreydi, Arda’yla ettiğimiz kavgaların böyle bir yönü de vardı işte. Hiçbir şeyin aslında “milyonlar” kadar önemi ve büyüklüğü yoktu.

- Zeynep! Özür dilerim seni boyadığım için. Ben başlattım her şeyi.
- Evet! Hiç şüphem yoktu zaten.
- Hala arkadaş mıyız?
- Bilmem, düşünmem lazım.
- Ne yani bir daha bisikletime binmeyecek misin?
- Tabiki bineceğim, ne zannettin!

Bu da 8 yaşında olmanın bir başka güzel yanı... Zaten topu topu 8 sene yaşamışsınız, ilk 3 seneyi hatırlamıyorsunuz, kaldı 5. Beş sene şimdi ufacık bir zaman dilimi gibi geliyor; ama o zamanlar tüm zaman buydu, tüm anılarım, tüm hayatım bu kadardı. E tabi beş senenin yanında bi ayın, bir haftanın önemi de büyüktü. 5 Sene yaşayıp da günlerce küs kalmak imkansız. Mesela 1 hafta uzun bir zaman. Koskocaman 1 hafta!

- Ne 1 hafta mı? Babam 1 hafta burada olmayacak mı yani?
- Evet tatlım, kısa bir iş gezisi sadece.
- Anneeee! 1 hafta çok uzun ama!
- Göz açıp kapayıncaya kadar burada olacak.

“ Göz açıp kapayıncaya kadar” da nedir? Yetişkinler dünyasında 1 hafta gözler kapalı kalabiliyor mu? Ben o zamanlar 12’de yatar 7’de kalkardım. Gözlerimi kapatabildiğim maksimum süre 7 saatten onlar 7 gün kapalı tutabilirler miydi yani?
O sabah annem beni kaldırırken çok şikayet ettim; bilseydim hemen yataktan fırlardım...

- Hoşçakal prenses, çabuk döneceğim.
- Emin misin?
- Göz açıp kapayıncaya kadar... Ben dönene dek uslu dur.
- Mmm... Söz veremem...
- Mmm... O zaman ben de sana getireceğim çikolatalar konusunda söz veremem Zeynepciğim.

Ooo babamın getirdiği çikolatalar benim zayıf noktamdı. Her akşam gelirken mutlaka getirirdi. Büyük ya da küçük, fındıklı, fıstıklı, nugalı, hindistancevizli, pirinç patlaklı.... Çikolataya tapardım resmen. O yüzden babamın bu sevimli tehditinde kaybeden taraf ben olmuştum.

- Tamam babacığım, sen kazandın! Sen gelene kadar uslu bir çocuk olacağıma söz. Çikolatalarımı getirmeyi unutma.

Vedalar... vedalar... Hâlâ bu yaşımda vedalar kadar nefret ettiğim hiçbir şey yok. Şu an bile bir vedanın ortasındayım. Gözlerimi açmasam bile olur, şöyle 7 gün falan işte... Neyse:

- Altancığım, kendine çok dikkat et.
- Tamam Meyra, endişelenme. Kendime bakabilirim.
- Her akşam ara, olur mu? Otelde yemeği fazla kaçırma. O yağlı açık büfeler sağlığın düşmanı biliyorsun.
- Arayacağım Meyra, hem merak etme senin yemeklerinden sonra onlar bana çok yavan gelmiştir hep; yine öyle olacak.

Annemin hakikaten inanılmaz bir yemek yapma yeteneği vardı. Sonuçta deneyimli bir hanımıydı. Yaptığı kekler, börekler, çörekler Ada’da ünlüydü. “Meyra Teyzenin damla çikolatalı kurabiyesi”ne bayılmayan yoktu. Kendini bu konuda çok geliştirmişti. Belki yapacak başka bir işi olmadığındandı. Belki babamla evlendikten sonra mesleğini bıraktığındandır. Annem İstanbul Devlet Konservatuvarı’ndan mezun bir oyuncu. Yani oyuncuydu. Babam ünlü bir iş adamıydı sonuçta, annemin o dönemler çalışmasında gerek yoktu. Ada’da harika bir evimiz vardı. Aslında İstanbul’da Ulus’da da bir evimiz vardı; ama Ada’yı o kadar çok seviyorlardı ki evlerinin yani dönüp dolaşıp gelecekleri, sığınacakları yerin orası olmasını seviyolardı. Tabi benim içni de geçerliydi bu durum, Ada evimdi. Annem o evi öyle sahiplenmişti ki babamın ısrarlarına rağmen; ne bana bir dadıyı, ne de kendisine bir yardımcıyı kabul etti. Hatta bahçe işlerini bile kendisi yapıyordu. Garip bir aidiyet...

Tabi o zamanlar, bunlar aklımda bir yer edinmemişti. O aralar yetişkinlerin gözlerini bir haftadan çok daha uzun bir süre kapalı tutacaklarımı öğrendiğim zamanlardı. Bir ay, bir yıl, birkaç yıl, bir ömür ve daha sürer gider. Yetişkin sonsuzu kadar...

- Tatlım.
- Efendim anneciğim?
- Biraz konuşalım mı?
- Ama Arda’yla sahile gidecektik.
- Biraz sonra gidersin, seni bekleyecektir.
- Pekala...
- Baban sabah yola çıktı biliyorsun.
- Evet anne, iş gezisi, 1 hafta biliyorum.
- Baban bir kaza geçirmiş!

Kaza derken! Annem her konuda mükemmeldi; ama bu konuda tökezlemişti sanki. Kaza deyince aklıma babamın uçağa binerken ayağının kayıp yere kapaklandığını düşündüm. Gözümün önüne gelen sahne buydu. Komikti! Komik değil miydi? Annem pek gülecek gibi durmuyordu.

- Ama iyi, öyle değil mi? Gidemedi iş gezisine, zaten istemiyordum. Bir hafta zannettiğiniz kadar kısa bir süre değil. Ben o kadar uzun süre gözlerimi kapayamam, göz açıp kapayana kadar bitmez o kadar uzun bir süre. Babama gidelim mi? Gidip onun aldığı kırmızı çiçekli elbiseyi giyeyim, sen de hazırlan.
- Zeynep...
- Anne! Şimdi konuşmanın vakti değil; babam doktorlara bizi soruyodur, bizi orada göremeyince gücenmiştir hem.
- Zeynep!

Bu sefer annem kendisinden beklemediğim kadar yüksek sesle bağırdı, korkmuştum. Bir hışımla beni yerime oturttu, gözleri doldu.

- Baban hastanede falan değil, bindiği uçak düşmüş.
- Anne?
- Efendim Zeynepciğim?
- Uçak nasıl düşer.....

Uçak bayağı sert düşüyormuş sonradan öğrendim, gerçekten çok acı oldu. Ölümün ne demek olduğunu daha büyükler bile kavrayamamıştı. Neden ölürüz, nereye gideriz? Kesin cevapları yoktu, sadece bazı şeylere inanıyorlardı. Peki ben o yaşımda ne anlamalıydım, ne düşünmeliydim?

Sahi ölüm neydi? Ne demekti ölüm?
Aylar geçmişti ama ben hâlâ bu konudan başka bir şey konuşamıyordum.

Herkesin birleştiği bazı görüşler, onun şimdi daha iyi bir yerde olduğu ve beni görebildiğiydi. Evet, toprağın altı rahat görünüyordu, yumuşaktı, gözenekliydi, yeşil çimenler vardı. Peki o gözeneklerden beni görebilir miydi? Hayır, bu biraz zordu, gözenekler o kadar da büyük değillerdi. Bu inanışlara soyut anlamlar yükleyebilmek ise topraktaki gözenekleri ölçmekten bile zordu.

- Biliyor musun, babamın beni görebileceğini söylüyorlar ama toprağın altından görmesi zor değil mi? Toprağın gözenekleri çok küçük.
- Evet, bunu ben de duymuştum. İnsanlar ölünce yok olmuyorlarmış. Gökyüzünden bizi izleyebiliyorlarmış. Annem bunu bana anneannem öldüğünde anlatmıştı.

Teşekkür Yazısı


Teşekkür yazısı;

Annem’e ve İstanbul’a...
Ada’ya...
Liseye...
Zeynep’e... Arda’ya... Alp’e... ve Sahra’ya en çok ona.
Gerçek olmasalar bile...

27 Haziran 2010 Pazar

Önsöz - 2






















Bilemezsin ne getireceğini hayatın
Kim iyi kim kötü ayıramazsın daha yeni açmışken gözlerini
Mağrur mağrur bak şimdi o gökdelenin tepesinden
Neler getireceğini bilemezsin
Hadi,
Bırak kendini...

Korkma, gözyüzünde öleceksin
Acı çekmeden...

***
Hadi bu sabah elimi tut ilk ışıkta
Biraz dur, soluklan ve gel
Elimi tut
Ölme bugün, bugün gitme
Vazgeçtim...

***

Sen ne meleksin, ne şeytan
Bu yüzden aşığım sana
Grinin her tonuyla...



26 Haziran 2010 Cumartesi

Önsöz - 1




Bu bir aşk romanı mı bilmiyorum.
Sadece, aslında çevremizde de olan insanlar için yazdım...
Yine de kurgusal, sadece kurgusal,
Ya da gelin, biz öyle olduğunu farzedelim...

Bundan Sonra...


Blog'u açalı çok oldu aslında, bilen bilir ben yazdıklarımı deviantart profilimde yayımlıyorum, tam olarak http://ecenurdogan.deviantart.com/ adresinde ;)
şiirlerimi ya da denemelerimi. Burada aynı şeyleri yayımlamayacağım, tamamen farklı bir şey düşüyorum.

Her şey deviantart profilime yazmakta olduğum romanın bir bölümünü eklememle başladı ve bir fikir geldi aklıma. Neden tüm romanı bloga koymayayım?

Ve böylece ana karakterlerinin ismi birçok kez değişen ve ismine bile karar veremediğim romanımı bölüm bölüm buraya koymaya karar verdim... kısacık önsözüyle başlıyorum bugün. Hadi hayırlı olsun =))

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails