29 Ağustos 2011 Pazartesi

Panik

Yazının şarkısı yeni keşfettiğim bir şarkı:
Ingrid Michealson - Keep Breathing

Panik… Panik hayatımızı dört duvar arasında geçirdiğimiz, duvalar ördüğümüz, sınırlar çizdiğimizi anladığımız anda başlıyor. Paniğe kapılıyoruz. Sanki bir eşik var ve kendi kendimize bir tartışma bile yapmadan, bir karar vermeden, iç güdüsel olarak onları ordan dışarıda tutuyoruz.


Eşikler, sınırlar… Pek çok eşik var aslında hayatımızda… Ağrı eşiği, umursamazlık eşiği, vazgeçme eşiği, uzaklaşma eşiği, birini kaybetme eşiği, nefret eşiği… Hepsi birbirinin ardı sıra geliyor sanki. Önce uzaklaşma. Birbirimizden uzaklaşıyoruz ve duvarları örmeye başlıyoruz, konuşmamaya, anlatmamaya, sadece gözleri tavana dikmeye… İçten içe deli gibi paniklemeye, çarpıntının fazlaca içtiğimiz kahveden dolayı olduğunu sanıyoruz, klostrofobiyi çocukluğumuzda yaşadığımız bir şeylere bağlamaya çalışıyoruz. Oysa paniğin yoksunluk belirtisi olduğuna şahit aramaya gerek yok…

Ardından kaybetme eşiğine ulaşıyoruz. Zannedildiği kadar kısa sürmeyebiliyor, bazen yıllarca süründürebiliyor, kilitleyebiliyor iki eşik arasında insanı. Anlayabildiğim kadarıyla şoka sokabiliyor, susuzluktan kurutabiliyor bedeni. Kaslar olağanüstü bir hızla kasılmaya başlıyor ve gözbebekleri kaybolmaya, sabit durmak zorlaşabiliyor… Vücudunuzu kazayla bir yerlere çarpıp yaralayabiliyorsunuz. Krizin ardından geldiğiniz yer kaybetme eşiği… Anladığınız an, içinizden bir şeyler kopuyor. Bir parçanızı götürmeye, etinizi koparmaya çalışanlara tepki vermeye çalışıyorsunuz. Uyuşmak… Hayat anestezi yapmaz… Yani sanırım, ben hiç görmedim…
Ve ağrı eşiği… Etinizi koparmaya, kesmeye, parçalamaya başladıkları zaman, ağrı eşiğiniz zorlanıyor. Kimilerinin eşikleri yüksek oluyor, daha dayanıklı çıkıyorlar, ama sonunda herkesin derisi morarıyor, değişik renkler alıyor ve sonunda her taraf kan oluyor. Ağrı eşiği aşıldığında, yani canınız yandığında ne yapacağınıza kadar vermek için fazla şansınız olmuyor. Belki ciğerlerinizi kusacak gibi olana kadar ağlıyorsunuz ya da bağırıp çağırıp çığlık atıyorsunuz. Hayat için fark etmez nasıl olsa… İki türlü de canınız yanıyor ve tepkiler işe yaramıyor… İronik… İki zıt yolun birbiriyle kesişip sonunda hiçbir yere çıkmaması gerçekten saçmalık…
Nefret eşiği… Çığlık atmanın, bağırmanın, ağlamanın işe yaramadığı an; küçük, zavallı tırtılın kendine ördüğü kalın koza. Hayatta pek çok eşik var ve nefret sesi en yüksek çıkanı. En baskını… Tutkunun karşılığı, tutku derken kaybettiğiniz şeye duyduğunuz istekten bahsediyorum, nefret değildir. Nefret zaten aşırı tutkulu bir kavramdır, o yüzden bir ihtimal var; o da buradan sonra en başa dönmek… Ve bu eşikler arasında, bir ömür geçirmek. Bağımlılık buna deniyor olmalı, tutkuya, tutku duyulana, acıya ya da nefrete… İnsan kendini süründürecek olan şeylere bağımlı olma meylindedir.
Vazgeçme eşiği… Eğer şanslıysanız, nefretiniz yeniden tutkuya dönüşmediyse elbette bir gün yorulacaksınız nefret etmekten. Nefret etmek, mide başta olmak üzere tüm vücudu çökerten bir eylem, eninde sonunda vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Çok zor ama affetmeye ve serbest bırakmaya başlıyoruz. Kendimizi ya da başka birini… Tamamen affedemeyeceğimizi hepimiz biliyoruz aslında, aklımızın bir köşesinde bir yer işgal edeceğine şüphemiz yok; onları yargılamaya devam edeceğiz, kendimizi yargılamaya devam edeceğiz. Sadece panik biraz daha azalacak, nefesimiz düzenli bir hale gelecek.
Panik başa çıkmak zor, hele bu kadar çok eşikten geçmeye çabalarken… Eylemsizliğimiz bazen o kadar kuvvetli ki değişim bizi aşağı çekmeye yetiyor. Değişim zor, panik zor… Sanırım sadece nefes almaya devam etmek gerekiyor.

1 yorum:

  1. tesadüf olarak bu sayfaya ulaştım okuyup okumama ikilemi yaşarken akıcı bır sekilde okuyup son buldu.Umarım yazmayı bırakmazsınız.

    YanıtlaSil

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails