27 Mayıs 2012 Pazar

Deneme | Oyunlar ve Yolculuklar

Yazının şarkısı  Natasha Bedingfield'dan Keane cover'ı Somewhere Only We Know
Yine bir başkasının iç sesi oldum, bunlar çıktı ortaya. "Bir başkası"nı anlatmayayım, buyrun okuyun:


“Hayat benim oyun alanım.”

Bazen düşüncelerimizi, hislerimizi, her şeyimizi bırakıp sadece oyun oynuyoruz. Bizi eğlendiren her şeyin bizi en çok mutlu eden olduğuna inanıyoruz. Tüm duygularımızı, kırgınlıklarımızı bırakıyoruz, sadece oynuyoruz. Çünkü oynarken kimse bize zarar veremez, dünyanın en güçlü, en umursamaz, en zeki ve en acımasız insanlarıyız.  Kimseye bağlanmıyoruz, kimseye güvenmiyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz, kırılmıyoruz, beton gibi duruyoruz sadece eğleniyoruz... Ne kadar yüzeysel, o kadar rahat, o kadar mutlu. Kimse için endişe etmiyoruz, merhamet etmiyoruz; sadece hak ettiklerini yaşadıklarına inanıyoruz.


Hep kalbimizin attığı, bıçak sırtında yaşıyoruz. Hep keyifli, hep kahkahalar atan, tutkulu...

Bazen, saniyenin onda biri belki, o kadar anlamsız ve kısa; yirmi beşinci kare kadar hızlı bir an yorulabileceğimizi düşünüyoruz. Ait olduğumuz biri, bir yer, bir şeyler olması gerektiği düşüyor aklımıza. Bir şeylerin tükenmeye, bitmeye başladığı ortaya çıkıyor. Her şeyin bu kadar hızlı değişmesi, hayatımızdaki insanların, olayların bu kadar dinamik olması gözümüze batmaya, canımızı yakmaya başlıyor. Her seferinde kendimizi farklı insanlar olarak tanıtmaktan yorulmaya başlıyoruz, sanki bazı şeylerin aynı olmasına ihtiyaç duyuyoruz. Değişmemesine, sabit kalmasına, orada durmasına ve yorulduğumuzda dinlenebileceğimiz bir evi olmasına.  Oysa eskiden her seferinde farklı hayatlara girmek, farklı karakterlere bürünmek, farklı ortamlar deneyimlemek güzeldi. Küçük şeyler artık o kadar da heyecanlandırmamaya, tutku vermemeye başlıyor. Yormaya başlıyor, ağır gelmeye başlıyor. Bacaklarımızda inanılmaz bir yorgunluk hissediyoruz, sanki senelerdir koşuyor da hiçbir yere ulaşamıyor, hiçbir şeye sahip olamıyor gibi.

Derinlemesine bir şeyler hissetmeye, derinlemesine şeyler yaşamaya ihtiyaç duyuyoruz. Durmaya, çaba harcamamaya, konuşmamaya ihtiyaç duyuyoruz. Ve bir şeyleri değiştirmek için çaba harcıyoruz bu sefer de, bir şeyleri sabitleştirmek için. Hep diyoruz ki bir noktadan sonra dinlenmeye vaktimiz olacak, bir süre sonra her şey tanıdığımız, bildiğimiz insanlarla kolay olacak ve sadece küçük mimiklerle döndürebileceğiz dünyamızı.

Biraz zaman geçiyor ve bu sefer de derinliklere indikçe, yerin merkezine yaklaştıkça sıcaklığın arttığını görüyoruz. Magmaya yaklaştığımızı görüyoruz, yeryüzündeki okyanuslar, denizler kadar ferah ve serin olmadığını görüyoruz. Kazdıkça daha fazla yaklaşıyor yaklaşıyoruz. Evet, küçük mimiklerle döndürebiliyoruz dünyamızı ancak bir süre sonra dünyanın erimeye başlayacağını bilerek...

Ve hayat bir gün kazmaktan yorulduğumuz an yeniden başa dönüyor her şey, yazının başına, hikayenin başına. Sadece kendi hikayemiz olmasını istiyorduk oysa herkesten farklı, kendimize özel. Ne yazık ki hayat sınav kağıtlarını yarım yamalak okuyan öğretmenler gibi, hepimize hikaye yazmakla uğraşmıyor. Hep aynı senaryolar.

Hayat yatay ve dikey yolculuklarla geçiyor. Oyunlarla ve dünyanın merkezine yolculukla. İki ucun arasında, iki kapının, iki sonun, iki başlangıcın. Bu kadar basit. Bir süre sonra dinlenmeye ihtiyaç duyuyoruz, sonra yeniden oynamaya...  Ne bize özel bir hikayemiz olacak, ne de mutlu sonumuz. Mutlu olmayı kendimiz keşfetmek ve öğrenmek zorundayız, neyse ki yalnız değiliz; merak etmeyin hepimiz bunun içindeyiz. 

Hamiş: Bu harika fotoğraflardan ilki Shivavana'dan, ikincisi statigr.am 'ın weheartit sayfasından...
          

1 yorum:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails