9 Ağustos 2010 Pazartesi

11. Bölümün Devamı


Onlarca dinamit lokumunu kalabalıkların içine ve kaçtı gitti Arda canını kurtardı. Aslına bakarsanız bu kadar yorgunken o dinamitlerin patlayıp da beni paramparça etmesi fena bir son olmazdı. Zaten neredeyse öldürecekti Alp beni, ölüm kötü bir fikir gibi gelmiyordu. Sheakespare’in tiradları gibi, sonunda hepimiz ölürdük ve bu da harika bir romantik dönem eseri olurdu, tabi içimizde iyi karakter, iyi bir şey için savaşan birileri olsaydı… Yine de Arda benim zayıf noktamdı işte, ne yaparsa yapsın bana vazgeçemezdim ondan, ne kadar oyun oynasa da bana yapamazdım. Sanki onun kuklasıydım ve kukla iplerimden kurtulmak istemiyordum işte. Ne kadar kalbimi kırsa da onun bakışları, mazoşist gibi dönüp durabilirdim tüm hayatım boyunca onun çevresinde. Yapabileceklerim sınırlıydı, daha fazla ne yapabilirdim ki? Ölümü göze almıştım, kırılmayı göze almıştım, çok acı çekiyordum; ama bir mucize olur da yine bana döner diye bu gece gelmiştim bile.

Elimden daha fazlası gelmezdi ki… Ben onun için anlatıyorum bu hikayeyi, bir gün basılsa tüm bunlar alıp okumaz ki. Gelir sorar belki, okumadım ne anlatıyorsun kitapta der. Ben de “seni” diyemem… Oysa bilirim, öylesine sorduğunu, aslında önemli olmadığını. Ben onun en sevdiği şarkıları bile hatırlıyorum, bana sadece öylesine ettiği iltifatları. Onunla ilgili hiçbir şeyi unutamıyorum; silinmiyor işte hafızamdan. Bir insanı hafızanıza hapsetmek, onunla yaşamak yapılabilecek en büyük fedakarlık değil de nedir?

Bu da işe yaramıyorsa, ben onun için daha fazla ne yapabilirim? Çırpınıyorum ama göremeyecek kadar körsün sen…

Gitse miydim oraya, o sandığı bulsa mıydım? Neye yarayacaktı ki bilmiyorum yine de merak ediyordum. Hikayenin eksik tarafları neydi, nelerdi? Bu haliyle bile yeterince canımı yakıyordu. Mantıklı düşünmeyi bırakıp gitmek istiyordum. Kendime ihanet etmiş, gururumu ayaklar altına almıştım zaten. Hazır en dipdeyken bunu da yapsam ne olurdu ki diye kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Aylar sürdü tabi bu, 7 ay geçti aradan, Koray’dan ayrılmıştım, yine de benden uzaklaşmamıştı. Ona her şeyimi anlatmıştım; buna rağmen her şeyi unut benimle ol demişti. Her şeyi umutmayacağımı biliyorduk ikimiz de, yine de bekliyordu beni garip bir şekilde. İşte mutsuz ettiğim bir insan daha, nasıl bir lanet Allah’ım bu, yeter artık, yeter…

İlk soru şuydu: Hikayedeki eksik parçaları bulduğum zaman ne değişecekti ki? Arda’ya da söylemiştim: sanki çok mu mutlu bir hikayeydi ki tüm ayrıntılarını öğrenmek isteyeyim. Öte yandan Eylül ve Arda yeni evlenmişti; Arda, Eylül’ü seviyordu. Arda’dan nefret de edemezdim. Hoş, ondan nefret etseydim bile onun umrunda olmazdı. Bilemiyorum aslında onu kaybetmiş olmam mı, yoksa bunun onun umrunda olmaması, şu an belki de beni sevebileceği gibi bir başkasını sevmesi mi ağır geliyordu. Ada’ya gittikten sonra olabilecek tek şey kendimi daha da çaresiz hissetmemdi. Bunu bile bile niye gidiyordum ki? Neydi benim bu çaresizliğime koşmam? Ne gerek vardı? Ne yani, Arda’nın bulmamı istediği şeyleri bulmazsam hayatımda nasıl bir eksiklik olabilirdi ki? Daha az kırılmış olurdum, e tabi Arda’nın işine gelmezdi bu da.

Vapurda bunları evirip çevirip düşünüyordum. Etrafımdaki insanlarla ilgili tek bir ayrıntı hatırlamıyorum, o kadar meşguldüm ki aklımdan geçenlerle. Zaten Nisan ayındaydık hava serindi, çok fazla insan yoktu heralde. Uzun süredir adaya gitmemiştim üstelik, vapur yolculuklarını çok severdim oysa. Şimdi Heybeliada’da inmeyip geri gelesim vardı vapurla İstanbul’a. Yine de indim, bilmiyorum birden ayağa kalktım; sonra da yeniden oturamadım.

Pembe ev... Hâlâ duruyor olmasına şaşırmıştım aslında, çok küçükken adada Arda’la keşfettiğimiz onlarca yerden biriydi. Sahipsiz bir yerdi, ıssızdı, harika bir manzarası vardı, duvarından atlamak kolaydı ve şeftali ağaçları hep dopdolu olurdu yazları. Orayı bulmamın zor olacağını hiç tahmin etmemiştim, yanlış bir yola sapmışım bir an. Bulamayınca bir evin kenarında oturup ağlamaya başladım küçük bir çocuk gibi.

Adada yolumu kaybetmiştim, orayı bulamamıştım. Arda’yla oynadığımız evi bulamamıştım. Çocukluğumla ilgili şeyleri ararken bugünümde kaybolmuştum. Bu nasıl bir adaletti? Ada artık evim falan değildi, ben buraya ait değildim. Aslına bakarsanız hiçbir yere ait değildim. Ne sahiplik ne aitlik...

Sorma bu ara şu halimi

Bu acıların hepsi mi daimi

Yazık oldu her iki tarafa da

Şimdi sence daha iyi mi?


Bir gün oldu, iki gün oldu

Ay oldu, yıl oldu ümitlere

Unutmuyor gönlüm seni

Seviyor her gün, her gece


Yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu birkaç kere
Yazılıdır hepsi hikayede...


Yok mu bir haber alan, yok mu gören?
Bu mudur adetin bu mudur tören?
Yaz ya da söyle bulamadım böyle

Neresi açık adresin neresi yören?”


Önünde oturduğum evde çalıyordu bu şarkı. Arda’ya sormak istiyordum ben de “Bu mudur?” diye, “Bu neyin bedeli?” diye. Daha niye sürüklüyorsun beni, nereye sürüklüyorsun? Belki de beni acı çektirmek için çağırdın; ama o kadar acizim ki gelemiyorum bile cezamı çekmeye. Teslim olamıyorum, bulamıyorum. Sanki bir binanın tepesine çıkmışım atlamak için, sonra vazgeçirmiş biri beni; ama o kadar istemiyor ki artık hayat beni, yanlışlıkla, tam yaşamaya karar vermişken ayağım kayıyor. Geri dönmeye çalışıyordum ben, güya küllerimden doğmaya _ Ne salak bir cümle, küller ancak yangını körüklemeye yarar; yeniden bir şey yaratmaya değil_, işte yine kaydırdın ayağımı, düşüyorum. Üstelik dipsiz kuyu gibi, hani bir şey atarsınız da bir türlü o “tak” sesi gelmez. İşte öyle ben de çakılmıyorum bir türlü.

Çakılsam belki ordan güç alır, zıplar, geri dönerim. En dibi görmeden yukarı çıkamazsın çünkü. Sen bana en dibe gitme şansı bile vermiyorsun işte.

- Kızım iyi misin?

- Efendim?

- İyi misin dedim, iyi görünmüyorsun.

- Şey... İyiyim ben, teşekkür ederim.

- Ağlamışsın sen yavrum. Biraz içeri gel, soluklan istersen. Buralarda mı oturuyorsun sen?

- Yok, yani eskiden oturuyordum.

- Öyle mi? Gelmiyor musun artık buralara?

- Uzun süredir gelmedim. Aslında ben bir evi arıyorum, buraya yakın olmalı. Pembe, büyük bir ev, bahçesinde kocaman mermer bir süs havuzu var... yani vardı. Evin terasında bir kartal vardı.

- Tamam anladım, sahibi yok ama o evin. Niçin arıyorsun o evi sen?

- Bilmiyorum ki... İnanın bilmiyorum...

- Tamam kızım, iki arka sokakta o ev. Buradan aşağı doğru dümdüz yürüyüp ikinci sokaktan sola döneceksin. O sokağın içinde ev.

- Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.

- Biraz daha kalmak istemez misin? Çay içerdik.

- Vaktim yok teyzeciğim, görüşmek üzere.

Tabi bir daha adaya dönersem...

Evi bulmak zor olmadı, kadın tarif ettikten sonra. Bahçeye girdiğimde, kalakaldım birden. Hereket edemedim, felçli gibi bir süre kaskatı baktım durdum sabit bir noktaya, cesaretimi toplayamadım. Bir adım atacak cesaretim yoktu. Geri dönsem mi diye uzun uzun düşündüm, görmesem ne değişecekti. Hem belki de Arda’nın intikamının son bölümüydü bu. Şimdi beni bir yerden izliyor ne kadar çok acı çektiğimi görerek zaferinin tadını çıkarıyordu.

Komplo teorilerini bir kenara bıraktım sonra, o devasa şeftali ağacının yanına gittim. Sonbaharda olduğumuz için yapraklarını dökmüştü hep, yanında bir tümsek vardı. Arda buraya her ne koyduysa yakın zamanda koymuş olmalıydı. Belki de gelip kontrol etmişti alıp almadığımı düğünden sonra. Toprağı biraz eşelemeye başladığımda hemen çıktı ortaya ufak sandık. Artık ritüel olduğu üzere onu açmadan önce de bir süre bekledim, dondum, durdum. Korkunun ecele faydası yok, açtım sonunda.Kutunun içinde bir sürü şey vardı, mektuplar. Arda’nın bana yazmış olduğu mektuplar. Bana bir şeyler söyleyecekti şimdi Arda ve bunlar beni sahiden öldürebilirdi. Yüzüme söyleyemediği her şeyi, nefretini, hırsını yazmış olmalıydı…

İlki evlendiğim sıralarda yazılmıştı; o zamanlar görüşmüyorduk bile, o kadar önemsizdim onun için. Hep ben anlattım değil mi? Hikayeyi biraz da Arda anlatsın:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails