- Ne münasebet?
- Gururumu ayaklar altına alıyor olmam, hayatımın devamında bu ilişkide köle olacağım anlamına gelmiyordur umarım.
- Hangi ilişkiden bahsediyorsun Arda? Lütfen sağa çek.
- Çocukluğum tuttu işte, inadım tuttu. Nereye gidelim acaba?
- Havaalanına!
- Orası hariç, biliyorsun.
- Bunu neden yapıyorsun?
- Asıl sen neden korkuyorsun?
- Korkmuyorum ben.
- Emin misin?
- Neden korkacağım ki?
- Aşık olmaktan.
- Aşık değilim. Sana aşık değilim ben.
- Tamam... Aşık değilsin... Gerçekten mi?
- Değilim diyorum.
- Öyle mi... O zaman gidebilirsin, inebilirsin arabadan.
- Blöf yapıyorsun.
- Hayır, madem öyle bitti oyun. İn hadi arabadan.
Gerçekten de durdurdu arabayı, kapımı açtı. “Hadi git.” dedi. Bunu beklemiyordum işte. Ben mi blöf yapıyordum yoksa gelme diyerek.
- Bitti yani.
- Sen öyle demiştin Zeynep, bitti.
- Bagajı açar mısın?
- Gecenin bir vakti taksi bulamazsın burada, havaalanına kadar bırakırım seni.
- Gerek yok.
- Yarım saate oradayız zaten.
- Peki...
Yol boyunca hiç konuşmadık, çenem kilitlenmişti sanki içimden söylüyordum sonra ağzımı açıp tek kelime söyleyemiyordum, sesim çıkmıyordu. Havaalanına iyice yaklaşmıştık, tek şansım kalmıştı artık; müziğin sesini kıstım ve:
- Bitmesin.
Aman Tanrım! Bunu nasıl söyleyebilmiştim. Ne demekti bitmesin! Roma’ya gidecektim ben, yeni bir hayat, yeni insanlar. Ne demekti “Bitmesin.” ? Ne vardı ki başlamış olan, ne zaman başlamıştı ki “bitmesin”di? Benim o an içimden sorduğum bu soruyu; bana yöneltmişti şimdi Arda:
- Ne zaman başladı? Ne başladı ki bitmesin?
- Tanımlamam şart mı? Zamana ya da kelimelere bağlamam şart mı?
- ...
- Seni seviyorum, biliyorsun artık işte. Gitmek istemiyorum, gitmeyeceğim. Sen de gitme, hiç gitme, bir daha gitme.
- Gitmeyeceğim...
Öpmeye başladı beni, beni ikna etmek için; beni sevdiğini anlatmak için o kadar çok uğraşmıştı ki; dudakları kuru ve çatlaktı. Yanaklarıma dokunuyordu, elleri de üşümüştü. Göğsüne yaslandım.
- Üşümüşsün.
- Hep üşüyordum; ama artık bitti.
- Gerçekten mutlu olma vakti mi şimdi?
- Denemeye değer değil mi?
- Öyle... Sevgilim...
- Seni sevmeye hüküm giydim...
Tabi oradaki o “Bitmesin”i söyleyen iç sesimdi, ordaki mutlu sonu yaşayan da nasıl derler, paralel evrendeki Zeynep Gökmen’di, eminim mutlu mutlu yaşıyordu şimdi sürtük. Ben onun umrunda bile değildim, sürünsün gerizekalı sünepe diyordu benim için.
- Artık her şey çok daha güzel olacak, gitmem ikimizde de iyi gelecek.
Bunu söyleyen de dış sesim.
“Türk havayollarının TK 1861 sefer sayılı Roma yolcularının güvenlik kontrolünden geçmeleri rica olunur.”
Bu da havaalanında yapılan anons...
“Türk havayollarının TK 1861 sefer sayılı Roma yolcularının dikkatine, bu sizin için yapılan son çağrıdır.”
Uçağa bindim, yeni bir hayat için hazırdım, her şeyi geride bırakmıştım. Değiştirebilirdim, düzeltebilirdim; ama bana mutluluğu vaad edemeyen bir şeyler yaşamaya gücüm kalmamıştı. Oldukça yorgundum; yine de umudum vardı. Klasik senaryoya inanıyordum, Arda birkaç ay sonra yeni tanıştığı biriyle evlenecek bir hayat kuracaktı, ben de. Sonra birimiz bir şeyler hatırlayacaktı, ufacık bir şeyden sonra yeniden birlikte olacaktık belki; ama şimdi değil, burada değil... Belki dört ya da beş sene sonra. Kesinlikle şimdi değil, burada değil...
Bir krallığın zayıf; ama yine de ayakta kalabilmiş son kalesiydim. Yeniden güçlenebilirdim, sonuçta hala durabiliyordum ayaklarımın üzerinde...
Nazan Öncel’den Sen Beni Öldürüyorsun’u mırıldanıyordum.
“Ne zaman canım sıkılsa
Gitmek isterim uzaklara
Ne vakit seni düşünsem
Ki düşünmesem olmuyor”
Yanlış bir şey yapmıyordum, gitmem gerekiyordu. Özleyecektim herkesi, her şeyi. Yine de elimden başka türlüsü gelmiyordu, sokakta yürüdüğüm zaman bir tanıdıkla karşılaşma ihtimalimin olmaması bile benim için rahatlatıcı bir şeydi. Kimseyle karşılaşıp da içlerinden bana ne kadar acıdıklarına 1’den 10’a kadar değer veremeyecek olmak çok güzeldi. Hem de son zamanlarda bu sayılar 10’a iyice yaklaşmışken…
“Ne kadar kaçsam kendimden
Bir o kadar yakalanırdım
Ne kadar seni istesem
Sen hiç yanımda olmazdın”
Artık bitmişti, kurtulmuştum, tüm yüklerimi atmıştım ve yükseliyordum helyum balonu gibi. Havada süzülüyordum, garip bir şekilde umutluydum işte, taze bir başlangıç. Evet özellikle “taze”. Bu sözcüğü kullandıkça fırından yeni çıkmış çıtır çıtır ekmeğin tadı geliyordu ağzıma. Bir bebeğin tenine dokunur gibi oluyordum. Her şeyi dibe gömmeye çalışıyordum. Yapabileceğimi umuyordum en azından. İnce ince sitem ediyordum bir yandan, yanında olmam beni öldüyor işte Arda; beni bitiriyorsun. Şu hikayenin başından beri başka bir şey yapmadın ki ya da benim aklımda onlar kaldı, bedenime attığın çentikler kaldı. Alp’inkiler bile geçti de seninkiler geçmedi. Neden?
“Sen beni öldürüyorsun
Sen bunu bilmiyorsun
Sen beni öldürüyorsun
Sen bunu hep yapıyorsun.”
- Gururumu ayaklar altına alıyor olmam, hayatımın devamında bu ilişkide köle olacağım anlamına gelmiyordur umarım.
- Hangi ilişkiden bahsediyorsun Arda? Lütfen sağa çek.
- Çocukluğum tuttu işte, inadım tuttu. Nereye gidelim acaba?
- Havaalanına!
- Orası hariç, biliyorsun.
- Bunu neden yapıyorsun?
- Asıl sen neden korkuyorsun?
- Korkmuyorum ben.
- Emin misin?
- Neden korkacağım ki?
- Aşık olmaktan.
- Aşık değilim. Sana aşık değilim ben.
- Tamam... Aşık değilsin... Gerçekten mi?
- Değilim diyorum.
- Öyle mi... O zaman gidebilirsin, inebilirsin arabadan.
- Blöf yapıyorsun.
- Hayır, madem öyle bitti oyun. İn hadi arabadan.
Gerçekten de durdurdu arabayı, kapımı açtı. “Hadi git.” dedi. Bunu beklemiyordum işte. Ben mi blöf yapıyordum yoksa gelme diyerek.
- Bitti yani.
- Sen öyle demiştin Zeynep, bitti.
- Bagajı açar mısın?
- Gecenin bir vakti taksi bulamazsın burada, havaalanına kadar bırakırım seni.
- Gerek yok.
- Yarım saate oradayız zaten.
- Peki...
Yol boyunca hiç konuşmadık, çenem kilitlenmişti sanki içimden söylüyordum sonra ağzımı açıp tek kelime söyleyemiyordum, sesim çıkmıyordu. Havaalanına iyice yaklaşmıştık, tek şansım kalmıştı artık; müziğin sesini kıstım ve:
- Bitmesin.
Aman Tanrım! Bunu nasıl söyleyebilmiştim. Ne demekti bitmesin! Roma’ya gidecektim ben, yeni bir hayat, yeni insanlar. Ne demekti “Bitmesin.” ? Ne vardı ki başlamış olan, ne zaman başlamıştı ki “bitmesin”di? Benim o an içimden sorduğum bu soruyu; bana yöneltmişti şimdi Arda:
- Ne zaman başladı? Ne başladı ki bitmesin?
- Tanımlamam şart mı? Zamana ya da kelimelere bağlamam şart mı?
- ...
- Seni seviyorum, biliyorsun artık işte. Gitmek istemiyorum, gitmeyeceğim. Sen de gitme, hiç gitme, bir daha gitme.
- Gitmeyeceğim...
Öpmeye başladı beni, beni ikna etmek için; beni sevdiğini anlatmak için o kadar çok uğraşmıştı ki; dudakları kuru ve çatlaktı. Yanaklarıma dokunuyordu, elleri de üşümüştü. Göğsüne yaslandım.
- Üşümüşsün.
- Hep üşüyordum; ama artık bitti.
- Gerçekten mutlu olma vakti mi şimdi?
- Denemeye değer değil mi?
- Öyle... Sevgilim...
- Seni sevmeye hüküm giydim...
Tabi oradaki o “Bitmesin”i söyleyen iç sesimdi, ordaki mutlu sonu yaşayan da nasıl derler, paralel evrendeki Zeynep Gökmen’di, eminim mutlu mutlu yaşıyordu şimdi sürtük. Ben onun umrunda bile değildim, sürünsün gerizekalı sünepe diyordu benim için.
- Artık her şey çok daha güzel olacak, gitmem ikimizde de iyi gelecek.
Bunu söyleyen de dış sesim.
“Türk havayollarının TK 1861 sefer sayılı Roma yolcularının güvenlik kontrolünden geçmeleri rica olunur.”
Bu da havaalanında yapılan anons...
“Türk havayollarının TK 1861 sefer sayılı Roma yolcularının dikkatine, bu sizin için yapılan son çağrıdır.”
Uçağa bindim, yeni bir hayat için hazırdım, her şeyi geride bırakmıştım. Değiştirebilirdim, düzeltebilirdim; ama bana mutluluğu vaad edemeyen bir şeyler yaşamaya gücüm kalmamıştı. Oldukça yorgundum; yine de umudum vardı. Klasik senaryoya inanıyordum, Arda birkaç ay sonra yeni tanıştığı biriyle evlenecek bir hayat kuracaktı, ben de. Sonra birimiz bir şeyler hatırlayacaktı, ufacık bir şeyden sonra yeniden birlikte olacaktık belki; ama şimdi değil, burada değil... Belki dört ya da beş sene sonra. Kesinlikle şimdi değil, burada değil...
Bir krallığın zayıf; ama yine de ayakta kalabilmiş son kalesiydim. Yeniden güçlenebilirdim, sonuçta hala durabiliyordum ayaklarımın üzerinde...
Nazan Öncel’den Sen Beni Öldürüyorsun’u mırıldanıyordum.
“Ne zaman canım sıkılsa
Gitmek isterim uzaklara
Ne vakit seni düşünsem
Ki düşünmesem olmuyor”
Yanlış bir şey yapmıyordum, gitmem gerekiyordu. Özleyecektim herkesi, her şeyi. Yine de elimden başka türlüsü gelmiyordu, sokakta yürüdüğüm zaman bir tanıdıkla karşılaşma ihtimalimin olmaması bile benim için rahatlatıcı bir şeydi. Kimseyle karşılaşıp da içlerinden bana ne kadar acıdıklarına 1’den 10’a kadar değer veremeyecek olmak çok güzeldi. Hem de son zamanlarda bu sayılar 10’a iyice yaklaşmışken…
“Ne kadar kaçsam kendimden
Bir o kadar yakalanırdım
Ne kadar seni istesem
Sen hiç yanımda olmazdın”
Artık bitmişti, kurtulmuştum, tüm yüklerimi atmıştım ve yükseliyordum helyum balonu gibi. Havada süzülüyordum, garip bir şekilde umutluydum işte, taze bir başlangıç. Evet özellikle “taze”. Bu sözcüğü kullandıkça fırından yeni çıkmış çıtır çıtır ekmeğin tadı geliyordu ağzıma. Bir bebeğin tenine dokunur gibi oluyordum. Her şeyi dibe gömmeye çalışıyordum. Yapabileceğimi umuyordum en azından. İnce ince sitem ediyordum bir yandan, yanında olmam beni öldüyor işte Arda; beni bitiriyorsun. Şu hikayenin başından beri başka bir şey yapmadın ki ya da benim aklımda onlar kaldı, bedenime attığın çentikler kaldı. Alp’inkiler bile geçti de seninkiler geçmedi. Neden?
“Sen beni öldürüyorsun
Sen bunu bilmiyorsun
Sen beni öldürüyorsun
Sen bunu hep yapıyorsun.”
Uyuyakalmak üzereydim...
“Gidiyorum yarına
Al aşkını, ver beni”
“Gidiyorum yarına
Al aşkını, ver beni”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder