Nelerden istifa edilmez ki?
Aklınız durur...
***
Bugün harika bir teklif aldım, sanırım bu kadar yalvarmam sonunda işe yaramaya başladı. Hayat bana yeniden bir şeyler yapma fırsatı sunuyor: Haldun Bey’e İtalya’daki ortakları güvenilir ve disiplinli bir iç mimara ihtiyaçları olduğunu söylemişler ve birini önermesini istemişler. Tahmin edebileceğiniz üzere bana gelen bu teklif “Artık her şeyi geride bırakıp Roma’da yeni bir hayat kurmak istiyor musun?” demekti. Hayır benim için bir seçenek değildi tabi…
Kimsenin beni kendi duygularımdan korumasına ihtiyaç duymayacaktım; çünkü onlar anadillerini konuşmamaktan asimile olacaklardı, içimde bir parça yabancılık çekecekti oraya; kendi evi gibi benimseyemeyecekti. Kendini rahatça hareket edip gösteremeyecek, krallığını kuramayacaklardı artık içimde. Evin ortasındaki sehpaya ayaklarını uzatamayacak, çekingen bir konuk gibi titreyerek bir köşede zararsızca oturacaklardı. Yabancı bir yerde olmak beni sakinleştirecekti...
Tabi geride bırakacağım bir sürü şey vardı. En başta annem, sonra Koray, arkadaşlarım özellikle Ajda ve Feray, İstanbul, ada... Hepsi halledilirdi de anneme nasıl açıklayacaktım o bir muammaydı. Artık bir tiyatro okulu vardı ve çocuklara drama dersleri veriyordu, yani uğraşacağı bir işi vardı; ama yine de gidişim onu çok üzecekti.
Yine de gitmeliydim artık...
Burası tükenmişti ve kaçmalıydım...
Bu ada kendini yok etmek üzereydi ve ben büyük patlamadan önce kendimi okyanusa atıp var gücümle yüzmeliydim, nefes bile almadan.
Vur emri gelmişti çünkü, kim olduğunu bilmediğim biri içimde bir yerlere beni imha edebilme yetkisi vermişti; gitmek zorundaydım. Veda zamanıydı... Beni rahatsız eden bir soru da Arda’ya veda edip etmemekti. Bana son yaptığından sonra yüzüne bakmama, onu düşünmemem gerekiyordu; ama için rahat etmiyordu işte. Habersiz çıkıp giderdim, onun umrunda bile olmazdı. Sanırım üzülsün istiyordum, belki onun için önemli olmayacaktı bile; yine de hissetsin istiyordum, beni tamamen kaybettiğini, geri alamayacağını, benim de gözümü kırpmadan gidebileceğimi, yeri gelince güçlü olabileceğimi bilsin istiyordum. Bir mektup yazabilirdim belki ya da mail atabilirdim. Eski zamanlardaki gibi mektup gönderme olmaması kötü aslında mail çok mu resmi kaçıyor ne? Zaten resmi olması daha doğruydu, öyle değil mi? Yüzyüze ya da telefonda görüşemeyeceğime göre en doğrusu mail atmak gibi gözüküyordu.
Kimden: zeynepgokmen@gmail.com
Kime: ardaatasoy@gmail.com
Konu: Türkiye'den ayrılıyorum.
Arda,
Uzun süredir görüşmediğimizi biliyorum, yine de bu maili atmak istedim. Son yazısı yazmadan bitsin istemedim.
Yurtdışından bir iş teklifi aldım, artık Roma’da yaşayacağım.
Ne olursa olsun, seni tanımak güzeldi. Umarım sen de beni yaptıklarımdan dolayı affetmişsindir.
Zeynep...
- Gidiyormuşsun...
- Evet Koray.
- Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun, illa bir başkasından öğrenmem mi gerekiyordu.
- Cesaretimi toplamaya çalıştım Koray. Kolay mı zannediyorsun seni bırakmak benim için? Sen hayatımda tanıdığım en mükemmel insanken ve ömrümün sonuna kadar senin gibi birisini ne bir arkadaş ne bir eş olarak bulamayacağım kesinken her şeyi arkamda bırakmak yine de senin hayatımda olmanı dilemek kolay mı?
- Öyleyse gitme ya da bana gel de. Her şeyi bırakabilirim, sadece “evet” de.
- Yalnız gitmek zorundayım Koray. Kalmam hiçbir şeyi çözmeyecek, seni yıpratacağım hatta. Kendimden nefret etmem için böyle bir neden verme n’olursun bana. Seni üzmeme izin verme, ne olursa olsun.
- Hayatımda o kadar güzel bir yerin var ki Zeynep, benim için o kadar önemli bir insansın ki, kilometreler hiçbir şeyi değiştirmeyecek. En azından dostun olmaya devam edeceğim; tabi sen de istersen...
- Koray, bu nasıl bir soru Allah aşkına... Benim için ne kadar değerli olduğunu biliyorsun. Türkiye’den çok az kişiyle bağlantım devam edecek ve tabiî ki sen de bunlardan birisin. Seni tamamen bırakmam söz konusu olabilir mi?
- Ne zaman gidiyorsun?
- Haftaya cuma gecesi, saat 00.00’da uçağm.
- Seni uğurlamamı ister misin?
- Tabi ki...
- Biraz işim var şimdi, projeler falan. Daha sonra konuşuruz yine.
- Tamam. Kendine iyi bak.
- ...
- Koray!
- Efendim?
- Teşekkür ederim, bu kadar iyi bir insan olduğun için... Senden başka inanacak kimsem yok benim. İyi ki varsın, sen olmasan bu kadar bile dayanamazdım.
Koray’ın hayatımda tanıdığım en olgun insan olması, bu vedayı kolaylaştırmıştı. Zaten benden 10 yaş büyüktü; deneyimliydi ve sezgileri de çok güçlüydü. Şaşırmamıştı belki de...
Ofisteki bilgisayarımdaki dosyalarımı yedeklemeye devam ederken mail geldiğini gördüm, Arda’dandı:
Zeynep,
Hikayedeki eksik parçaları bulduğunu ve her şeyi bildiğini biliyorum. Neden kaçıyorsun?
A.
İşte bu beklemediğim bir cevaptı, anlamıştı demek okuduğumu mektupları. Oysa o kadar dikkatli, sırasıyla yerleştirmiştim her şeyi, o yağmurda yeniden gömmüştüm sandığı. Şimdi belki de beni intikamının son aşamasında tuzağa düşmeye zorluyordu; arkamdan bu çukura düşmem için itiyordu beni. Benden daha güçlüydü, nasıl direnebilirdim. Her yer cıvık cıvık çamurken nasıl durabilirdim kaymadan?
- Ne farkeder? Artık benden ne istiyorsun?
- Saat 12:30’da Beyoğlu’nda Kafe Krepen’de buluşalım, madem son yazısını koymak bu kadar önemliyse.
Saat 10.30’du. 2 saat içinde gidip gitmemeye karar vermeliydim. Cevap yazmadım; çünkü o an içimden geçenin bağlayıcı olmasını istemedim; son ana bıraktım. Kadere inanmak gibi bir şey oldu bu. 12.15’te aklımdan ne geçerse önemli olan o olacaktı.
Ben cevap vermeyince Arda’dan bir cevap daha geldi:
İster gel, ister gelme Zeynep… Seni orada kış bahçesinde bekleyeceğim.
A.
Ofisimi toparladım ben de, projelerimi... Burası çok önemliydi benim için yeniden doğuşumdu, rönesansıydı hayatımın. Şimdi de buna öncülük ediyordu, her şey çok daha güzel olacaktı. Yeni başlangıçlar, yeni bir hayat...
- Zeynep, öğle yemeğine çıkmak ister misin?
- Çok isterdim Koray; ama eski bir arkadaşıma sözüm var. Gelince görüşürüz tamam mı?
12.00’ydi, lavaboya gidip makyajımı tazeledim, 15 dakika sonra ofisten çıkıp Kafe Krepen’e gittim. Eylül’le evlendiğini söylemeye, bana veda etmeye bana geldiği gün gibiydi her şey; ama bu sefer bir fark var, ben veda edecektim. Bu sefer de onun duygularının benim için önemi yoktu, acımasız olan taraf bendim. Arda erken gelmiş beni bekliyordu, garsonlara ismimi söylemiş ya da işaret etmiş olmalıydı ki, “Zeynep Hanım, buyrun sizi masanıza götürelim.” dedi garson.
- Hoşgeldin Zeynep.
- Merhaba.
- Nasılsın?
- İyiyim, kendimi tazelenmiş hissediyorum... Umutluyum... Sen?
- Ben de umutluyum.
- Neden?
- Gitmişsin adaya, sandığı bulmuşsun; okumuşsun mektuplarımı.
- Evet, içinden bana anlattığın nefretin ellerime bulaştığı mektuplarını okudum. İntikam için bu kadar yanıp tutuştuğunu, yeniden güçlü bir erkek olmanın senin için ne kadar önemli olduğunu görmüş oldum.
- Kırılmıştım.
- Ve kırman gerekiyordu?
- Kendimi tanıyamıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder