Birdenbire nasıl değişmişti her şey. Birkaç dakika önce şu mektubu okumadan önce dünyanın en kuytu köşesindeki en çaresiz insanıyken kalbimin atışlarını duymaya başlamıştım.Beşinci ve altıncı mektuplar arasında bir şeyler olmuştu ve bana dönebilirdi belki. Tıpkı Candan Erçetin’in Anlatma Sakın’ı ve Bensiz’i arasında gelmesi gibi, hayatıma hızlı çekim yaşadığım o zamanlardan sonra tekrar girmesi gibi. Albümün ismi ismi “Neden”di, gül kokusu vardı şarkı sözlerini yazdığı kaset kapağında. Bu gerçekten çok garipti; çünkü başka arkadaşlarımınkinde yoktu bu koku, sadece bendeki kasetin kapağı çok yoğun bir şekilde gül kokuyordu.
Biraz uzak
Biraz yakın
Neredesin hiç anlayamadım...
Ne zaman sayfalarca özlesem seni
Hep onlar
Yıllardır kokusu aynı kasetten
Beşinci şarkı
Ya da altıncı
Şimdi ikisi arasında bir yerdeyim
Geleceğini bilsem bir gün
Tüm ömrümü iki şarkı arasında geçiririm
Biraz uzaksın
Biraz yakın
Sen kimsin, hiç anlayamadım...
Beş ya da altı
İki şarkı arası
Yine baştan, yeni baştan
Bir gün yine gelirsin diye
Hiç başka şarkı çalmadı
Beş ya da altı...
Bazen yakın
Bazen uzak
Belki burdaydın
Sonra bulamadım...
Ne zaman yoklasa ruhum beni, yerimi
Söyle ona ikisinin ortasındayım
Sadece oradayım
Bir adım atmadım
Ne başa
Ne sona
Sen orada büyüdün, ben burada
Hiç adım atmadım
Masalsı bir tadı vardı çocukken aşkın
Bir an büyüdük, yaralandık
Yırttık attık, acımadık
İkisini arası
İki şarkı arası bir aşktı bizimki de
Sadece o kadar
Bir an
Bir nefes
Bir dokunuş....
Beş ya da altı
İçimden söylediğim iki şarkı
İkisi de o rüzgara razı
Hep uzak
Hep uzak
Seni hep sakladım
Ufacık ellerimde
Canım acıya acıya”
Yine de binlerce soru işareti yükselmişti şimdi de havaya. Ya bu da intikam planının son parçasıysa? Bir daha kaldıramayacağım bir darbesi olurdu Arda’nın. Cesaretimi toplayıp böyle büyük bir riski alacak durumda değildim. Çok fazla kaybetmiştim zaten, canımın daha fazla acımasını istemiyordum. Daha fazlasını kim kaldırabilirdi ki?
Son mektuptu bu dediğim gibi. Her şeyi sandığa koydum, onu yeniden gömecektim. Sanki hiç gelmemişim gibi gidecektim adadan. Hayatımı öylesine yaşamaya devam edecektim, her şey çok daha kolay olcaktı.
“In a Manner of speaking
I just want to say
that I could never forget the way
you told me everything
by saying nothing…”
In a Manner of Speaking’in yakıcı bir melodisi vardı, fon müziği olmuştu sanki o anki halime. Şeftali ağacına dalmıştı gözüm, bir yandan ağlıyordum bir yandan da ağzımda hissediyordum şeftalilerin tadını. Gözyaşlarımın o tuzlu tadı gitmiş yerine şeftali tadı gelmiş gibi.
Bu ufak sandığı, bir şeyleri değiştimeyi başarabileceğini sanan bu mektupları yeniden ait olduğu yere, toprağın altına koymalıydım. Babam öldüğünde düşündüğüm gibi toprağın gözenekleri nefes almak için yetersizdir. Böylece mektuplar nefessiz kalıp solup gideceklerdi.
Ve böylece suçlarından arınacaktı mektuplar, bana nefret kusanlar bile, Arda’nın bana verebileceği tek şey_ki o da saf bir aşk değilmiş ne yazık ki nefretle karışık_ toprağın altında öylece bekleyecekti. Dedim ya suçlarından arınacaktı, çünkü unutmamak gerekir:
Ölenler temize çıkar… Aklanır… Toprağın gibi temizler her şeyi, toz bıraksa da geride… çNefes aldırmasa da… Çünkü gerçek bu, ölenler temize çıkabilir sadece…
Her depresif sahnenin olmazsa olmazıdır, bardaktan boşanırcasına yağmur. İnanın benim depresif sahnemin de bundan eksiği yoktu. Dolayısıyla deli gibi yağmaya başladı, bir yandan rüzgar esiyordu, üşümüştüm. Soğuk bir nisan günüydü, ne kadar normal görüyormuş gibi anlatıyorum artık değil mi? Alıştım, görüyorsunuz, siz hala alışamadınız mı yoksa. Geçmişimi anlattığım hikaye bitti; ama ileride de iyi şeyler olacak gibi durmuyor ki… Ellerim, üstüm başım çamur olmuştu sandığı gömeceğim diye; ama o kadar hızlı yağıyordu ki yağmur cılk çamur olan toprağı elimle bir tarafa itemiyordum bile.
Yağmurda mezar kazmaya çalışan mezarcı gibiydim. Ceseti gömemiyordum, bembeyaz kefeni çamur olmuştu; ne kadar ölü olduğu belli oluyordu artık. Cansız bir nesneydi, hiçbir şeydi. Yine de gömmek zorundaydım, yoksa mide bulandırıcı ceset kokusu her tarafı saracaktı. Yağmuru hissedemesin diye gömebildiğim kadar derine gömmeliydim. İşimi bu kadar iyi yapan bir mezarcıydım işte.
Aslında bana sorsalardı, onları yakar; pisliklerle dolu Marmara Denizi’ne savururdum külleri, İstanbul’a, adaya…
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum sinirden, gömdüm o sandığı ve koşa koşa çıktım bahçeden...Berbat ada maceram, hiçbir şey ifade etmeden, hiçbir şeyi değiştirmeden böyle bitti.
***
Gece hiç uyuyamadım. En sonunda pes edip çıktım yataktan, battaniyemi üstüme aldım ve film arşivimden bir şeyler bulmaya çalıştım. 2009 yapımı romantik bir filmde karar kıldım: (500) Days of Summer. Fazla hatırlamıyordum gerçi filmi; ama hüsrana uğrayan bir aşk hikayesi olduğunu anımsıyordum. Aşık olmaya korkan bir kadınla, hayatının aşkını arayan bir adamın hikayesi. Ayrılıp da arkadaş kalmaya karar verdiklerinde Tom’un Summer’ın doğumgünü partisine gittiği expectations & reality sahnesi öyle yaktı ki canımı. O sahnede çalan parçayı defalarca defalarca dinledim.
“He never ever saw it coming at all, he never ever saw it coming at all, he never ever saw it coming at all
it's al-right, it's al-right, it's al-right, it's al-right, it's al-right
no one's got it all, no one's got it all, no one's got it all
Power to the people, we don't want it
We want pleasure and the t.v.s try to rape us
And i guess that they're succeeding
Now we're going to these meetings
But we're not doin' any meetin'
And `we're trying to be faithful but we're cheatin', cheatin', cheatin'`
I’m the hero of the story don't need to be saved, i'm the hero of the story don't need to be saved"
“It’s alright” derken her şeyin ne kadar berbat olduğunu defalarca söylüyordum aslında. Her şey harika, her şey mükemmel... Çok mutluyum. Her şey bitti çünkü, ben cesaret edemeyeceğim yeniden parçalanmaya. Sessiz sakin yaşayacağım ve yaşlanacağım. Mutlu olmak zorunda değilim ya illa ki... Her şey açık, her şey net. Artık aşk olmayacaktı hayatımın orta yerinde, liseli romantik kız değildim zaten ben de. Aşk beni tamamlıyor diye düşünmek demode olmuştu hem. Her şey güzeldi işte... “It’s al-right.”
`I’m the hero of the story
don't need to be saved`
Nasıl söylüyordu oysa kurtarılmaya muhtaç olduğunu, nasıl da haykırıyordu tut elimi diye. Yine de yok, yok benim ihtiyacım kurtarılmaya. Bu hikayenin kurtarılmaya ihtiyacı olmayan kahramanıyım ben. Superman benim, ihtiyacım yok kimseye. Kriptonit bile zarar veremez bu saatten sonra bana nasıl olsa kaybedecek hiçbir şeyim yok.
Her şey mükemmel, bitti ya çok mutluyum artık. Sessiz sakin köşemdeyim ya artık, yeni kararlar işte. Dün gece bu kararları aldım ben. Hayatım artık çok güzel olacak artık. Filmin yine aynı sahnesini açtım, yine aynı şarkıyı. Beklentiler & Gerçekler… Televizyonun ışığıyla yazmaya başladım.
“Karlı bir günün keskin soğuğuydu bana gelişlerin
Hep bir yanı içimi acıtan, bembeyaz...
Saflığının yanında, hep bir karanlık
Bir yanım duru
Bir yanım korkar, aksime damlayacak çamurdan
Karlı bir günün, belli belirsiz kristalleriydi sözlerin
Avuçlarımı açar uykulu gözlerle bakardım
Ellerim üşürdü
Şekilleri donuk, köşeleri kör bıçak gibi
Defalarca keser ellerimi
Bir damla kanatmadan,
Acıtır mı diye sorsan, o ayrı
Bazen gelişlerin
Bazen gidişlerin
Hep bir karanlık dedim
İçimin bir yanı, penceremin ışığı
Biraz korkutucu, çokca üşüten bir geceden
Yaprakları zamana yenik düşmüş dallarındır gökyüzü
Perdeyi aralamaya korkmaktan değil
Kardan ya da soğuktan da
Tek derdim, sokağın köşesi
Bir de kapalı penceremden içeri sızan anılar
Bu geceden, senden, benden daha soğuklar
Bir gökyüzüm vardı
Onu da bu gece aldı, durmadı
Bir saniye durmadı, arkasına bakmadı
Bakmadı....”
Tamam, bitti artık bütün macera. Arkama bakmayacağım, benim kanatlarım son gözyaşlarımda çoktan yanıp kül oldu. Öyle ya kimin kanatları var ki artık bu dünyada, böyle de yaşayabilirim. Ne fark eder?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder