17 Ağustos 2010 Salı

12. Bölümün Devamı - IV




Zeynep’i iyi tanıyorum ben, liseden beri. Yanımda kalmasının nedeni yalnız kalmak istememesiydi, insanların kendisine acımasını istememesiydi; ama bu sefer de ben acımıştım işte ona ve çok daha fazla bağlanmıştım. Zeki kızdır Zeynep, tahmin etmiştir, yanımda kalmasının buna neden olacağını. Belki de bir dalı tutmadan öbürünü bırakmak istemediğinden, öyle ya kim ister birlikte çıktığımız o gökdelenin tepesinden aşağı düşüp de asfalta yapışmayı.


Zaten şu ana kadar yeterince nefret etmişsinizdir benden. O yüzden söylemekten utanmıyorum. Zeynep’le yaşadıklarımın arasında bana en çok koyan Zeynep’in beni aldatmasıdır. O gece, yani o herifin yanından geldiği gece; her şeyi biliyordum. Bilgisayarını karıştırmıştım, adı Arda’ydı çocuğun. Üstelik çocukluk arkadaşıydı, eskilerden biriydi. Hep sana aşıktım demişti ona. “Hep” mi? Demek ki bir an bile… Bilemiyorum...


Evli olduğunu söylememişti sanırım, zaten kendini öyle hissetmiyordu da. Tanrım bu nasıl bir yenilgiydi? Hem beni terk etmiş, aldatmış; hem de aşık olmuştu. Bu nasıl iğrenç bir zafer, nasıl iğrenç bir mutlu son?


Artık hayattan çok da büyük bir beklentim kalmamıştı, sevgi adına özellikle… Yüzeysel yaşamam gerekiyorsa öyle devam edecektim. Zeynep ise kazanmıştı, bütün alanlarda, bütün madalyalar onundu.

***

“Bazen diyorum ki beynimdeki her şeyi biriktirebilsem, not alabilsem, kaydedebilsem... Özellikle de sesleri, hikayeleri... Tutsam bırakmasam hiç beynimin içinde dönüp dursa, benimki öyle bir hafıza olsa. En güzel anılarımı her gülümsememde ortaya dökse... Bazen de unutsam diyorum, yaşadıklarımın yarısını_en az yarısını_ unutsam, mekanları ve renkleri mesela. Kaybetsem, saklayamasam...

Gecenin bir yarısı uyanıp da balkona çıktığımda, çıplak ayaklarımla yere basıp da hissetmesem bembeyaz mermerin soğukluğunu. Korkuluklara hiç oturmasam tepelerden bakamasam dünyama. Üstümde battaniyem olmasa mesela, saçlarım dağınık olmasa... Hiçbir şey düşünemesem ya da hatırlayamasam...

Hata yaptığımı unutsam mesela, kusursuz zannetsem kendimi ve yapmak üzere olduğum her hatayı hayatımın ilk hatası gibi kabullensem, sahiplensem. “Nasıl olsa daha ilk...” desem. Sigarayı bırakmaya çalışan bir tiryaki gibi bir kereden bir şey olmaz diye savunsam kendimi. Aynı hataları ikinci kez yapıyormış gibi olmadan, korkmadan... “Zaten hep doğruları yaptım şu ana kadar...” desem. O kadar unutsam ki hiç şüphe etmesem ben bundan, o kadar unutmuş olsam... Hiç ağlamamış gibi, hiç acı çekmemiş gibi, hiç ağlatmamış hatta aldatmamış, aldanmamış kimseye, hiçbir şeye. İşte tam olarak o kadar unutsam, işte tam olarak o kadar baştan başlasam...

Hiçbir gece içtiğim şarap bana mutsuz bir şeyi hatırlatmamış olsa; atmaya kıyamadığım mutsuz anılarım olmasa, şimdi yazıyorum ya yazmaya ilhamım falan da olmasa. Otursam, ilk günahımmış gibi düşünsem, düşünsem, ilk kez aşık oluyormuş gibi düşünsem... Gülmekten yüzümde çizgiler oluşsa, pürüzsüz gülsem ama başka bir şey düşünmeden. Uykularım pürüzsüz olsa, tül gibi hafifçe dalgalı; yine de zerre buruşuk değil.

Yeni uyanmış olsam hatta, merhametli baksam, hem şevkatle hem şehvetle dokunsam.. Ama ilk defa, daha önce uyanmamış gibi.

İşte ben tam olarak bu kadarlık bir unutmadan, geri sarmadan bahsediyorum. Bazen diyorum ki mükemmel olabilecek kadar az yaşamış olsam. Öyle sayfalarca yazacak kadar çok hatam olmasa.

Farzet ki ben bugün ilk defa uyandım, dün ilk defa uyuyakalmışım. Günaydın...

Farzet ki ilk defa aşık oldum bugün...

Farzet ki o kadar döndüm geçmişe, o kadar tazeyim, o kadar canlı, bahar gibiyim. Bahardan geldim.

Farzet ki ben daha önce hata yapmamış gibi cesurum, atla desem atlarım camdan.

Farzet ki hiç yalan söylememişim hayatımda daha önce, o kadar acemiyim, mahçup bakıyorum.

Farzet ki bahardan geldim, biraz suya ihtiyacı var çiçeklerimin.

Ve farzet ki, güneş şimdi doğuyor, ben bunu ilk defa görüyorum. O kadar heyecanlıyım, gökyüzüne bak beraber izleyelim...”

Bunu Zeynep’e yazmıştım, hiç veremedim. Zaten verseydim bile benden değil de ondan gelmiş olmasını dilerdi. Umarım Arda mı ne o benim sevdiği kadar sevmez onu diyordum ta ki bugüne kadar.

Gittiğini duydum, Berk söyledi. Lisedekilerle veda partisi vermişler Zeynep’e. Zeynep’in bir başkasıyla mutlu olmasını dileyemezdim. Yemişim geyikleri, insan sevdiğini mutlu olmasını ister falan falan. Ben onun “benimle” olmasını istiyorum o kadar. Bencillikmiş! Kaçınız o içinizde ukte kalan aşkınızın şimdi mutluluktan kelebekler gibi uçmasını istiyorsunuz? Onu görmek istedim, belki vazgeçer diye. Belki bir mucize olmuştu ve Arda bizimkine tekmeyi basmıştı. Beni görünce bir şeyler değişir.

Olamaz mı?

Ben Arda ve Zeynep’in hikayesinde figüran mı olmak zorundaydım ki?

Onlar ilelebet mutlu yaşarlar, herkes onlarinki gibi bir aşk ister; Alp pis, Alp kaka…

Niye? Neden figüran benim?

Ben anlatıyorum baksanıza kendi hikayemi, sadece Zeynep’i anlatıyorum. Eminim onlar anlatsalar sadece birbirlerini anlatmazlardı, oysa ben sadece onu anlatıyorum. Başka başka şeyler yaşayan bir yardımcı erkek oyuncu değilim baksanıza, sadece ana hikayeyi yaşıyorum ben, görmüyor musunuz?

Aradığımda soğuk konuştu benimle; ne bekliyordum ki? Evet sesinin özlemle dolu olmasını bekledim. Bekledim, ne? Yalan mı söyleyeyim?

Ama onunla gidiyorum dedi bana. İlk aşkıyla, her zaman sevdiği, beni severken bile hiç unutamadığı adamla defolup gidiyormuş.

Ben?

Onların bir sürü başka hikayeleri var. Peki ben?

Benim sadece tek bir hikayem vardı?

Öyle her filmde arkada görünen, insanlarla sohbet eden figüranlardan değildim. Sadece tek bir filmde, kenardan, köşeden gözükmüştüm. O kadar… Hani olur ya tek bir filmde figüranlık yapıp da kendini ünlü zannedenler, kırmızı halıda, Oscar ödülünü alırken hayal edenler; ben de onlardandım. Bir gün bu hikayenin başrolü olabileceğimi düşündüm. Oysa yanlış yerinden bakmışım, yolumu şaşırmış başkalarının hikayesine dalmışım bodoslama ve şimdi de kameranın önünden çekilme zamanı.

Evime gideceğim, ünlü olmasam da beni sevenler var ve bu zenginliğimi düşüneceğim.

Bir dakika, eğer sıradan biri olsaydım bu cümleyi kurardım; ama benim öyle bir zenginliğim de yok. Benim için oyun bitti. Tek istediğim birkaç replik dahaydı…

Onun gidişiyle içimden bir şey daha koptu sanki, hani evden gitmesi, benden gitmesi ve şimdi de Türkiye’den gitmesi. Defalarca veda etmişti; ama şimdiki çok daha fazla. Bir yanım daha öksüz kaldı; içimde bir yer, bir parçam daha bir mahzunlaştı sanki… Alışkın olmadığım bir veda sanki bu, sütten kesilmiş bebek gibiyim; annemin sıcağını özledim. Sanki yoluna çıkmamdan korkuyormuş gibi, öyle bir şeyin ihtimali bile onu deli ediyormuş gibi; ulaşamayacağım bir yere gidiyordu.

Öyle olur ya hani, onu sildim dersiniz; ama bir gün karşılaşabilmek için onun geçtiği yollardan geçersiniz… Sizin elinizde değildir karşılaşmanız, güya, bu sayede kendinizi suçlamazsınız onu görürseniz de yeniden aklınıza girerse _ tabi sanki aklınızdan çıkmıştı da_

Olmadı… İkisi gitti, başlarına ne gelirse gelsin; birlikte olacaklar. Hatta ölümleri bile mutluluktan olur. Benimse içim çürüdü, kokuştum… Neydi o şarkı, Nazan Öncel’in heh, Bu Havada Gidilmez…beni bırakıp gıtme bir yere

gidersen unutursun
dilerim böyle olmaz

Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez

Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
(sakın haa gitme)

beni unutma
unutama inşallah
unutursan kahrolurum
dilerim öyle olmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails