Romana bunu da koymak istemiştim aslında...
Tek bir şarkım kaldı galiba bu sefer
Tek bir şarkım kaldı galiba bu sefer
Zeynep’i iyi tanıyorum ben, liseden beri. Yanımda kalmasının nedeni yalnız kalmak istememesiydi, insanların kendisine acımasını istememesiydi; ama bu sefer de ben acımıştım işte ona ve çok daha fazla bağlanmıştım. Zeki kızdır Zeynep, tahmin etmiştir, yanımda kalmasının buna neden olacağını. Belki de bir dalı tutmadan öbürünü bırakmak istemediğinden, öyle ya kim ister birlikte çıktığımız o gökdelenin tepesinden aşağı düşüp de asfalta yapışmayı.
Zaten şu ana kadar yeterince nefret etmişsinizdir benden. O yüzden söylemekten utanmıyorum. Zeynep’le yaşadıklarımın arasında bana en çok koyan Zeynep’in beni aldatmasıdır. O gece, yani o herifin yanından geldiği gece; her şeyi biliyordum. Bilgisayarını karıştırmıştım, adı Arda’ydı çocuğun. Üstelik çocukluk arkadaşıydı, eskilerden biriydi. Hep sana aşıktım demişti ona. “Hep” mi? Demek ki bir an bile… Bilemiyorum...
Artık hayattan çok da büyük bir beklentim kalmamıştı, sevgi adına özellikle… Yüzeysel yaşamam gerekiyorsa öyle devam edecektim. Zeynep ise kazanmıştı, bütün alanlarda, bütün madalyalar onundu.
***
“Bazen diyorum ki beynimdeki her şeyi biriktirebilsem, not alabilsem, kaydedebilsem... Özellikle de sesleri, hikayeleri... Tutsam bırakmasam hiç beynimin içinde dönüp dursa, benimki öyle bir hafıza olsa. En güzel anılarımı her gülümsememde ortaya dökse... Bazen de unutsam diyorum, yaşadıklarımın yarısını_en az yarısını_ unutsam, mekanları ve renkleri mesela. Kaybetsem, saklayamasam...
Gecenin bir yarısı uyanıp da balkona çıktığımda, çıplak ayaklarımla yere basıp da hissetmesem bembeyaz mermerin soğukluğunu. Korkuluklara hiç oturmasam tepelerden bakamasam dünyama. Üstümde battaniyem olmasa mesela, saçlarım dağınık olmasa... Hiçbir şey düşünemesem ya da hatırlayamasam...
Hata yaptığımı unutsam mesela, kusursuz zannetsem kendimi ve yapmak üzere olduğum her hatayı hayatımın ilk hatası gibi kabullensem, sahiplensem. “Nasıl olsa daha ilk...” desem. Sigarayı bırakmaya çalışan bir tiryaki gibi bir kereden bir şey olmaz diye savunsam kendimi. Aynı hataları ikinci kez yapıyormış gibi olmadan, korkmadan... “Zaten hep doğruları yaptım şu ana kadar...” desem. O kadar unutsam ki hiç şüphe etmesem ben bundan, o kadar unutmuş olsam... Hiç ağlamamış gibi, hiç acı çekmemiş gibi, hiç ağlatmamış hatta aldatmamış, aldanmamış kimseye, hiçbir şeye. İşte tam olarak o kadar unutsam, işte tam olarak o kadar baştan başlasam...
Hiçbir gece içtiğim şarap bana mutsuz bir şeyi hatırlatmamış olsa; atmaya kıyamadığım mutsuz anılarım olmasa, şimdi yazıyorum ya yazmaya ilhamım falan da olmasa. Otursam, ilk günahımmış gibi düşünsem, düşünsem, ilk kez aşık oluyormuş gibi düşünsem... Gülmekten yüzümde çizgiler oluşsa, pürüzsüz gülsem ama başka bir şey düşünmeden. Uykularım pürüzsüz olsa, tül gibi hafifçe dalgalı; yine de zerre buruşuk değil.
Yeni uyanmış olsam hatta, merhametli baksam, hem şevkatle hem şehvetle dokunsam.. Ama ilk defa, daha önce uyanmamış gibi.
İşte ben tam olarak bu kadarlık bir unutmadan, geri sarmadan bahsediyorum. Bazen diyorum ki mükemmel olabilecek kadar az yaşamış olsam. Öyle sayfalarca yazacak kadar çok hatam olmasa.
Farzet ki ben bugün ilk defa uyandım, dün ilk defa uyuyakalmışım. Günaydın...
Farzet ki ilk defa aşık oldum bugün...
Farzet ki o kadar döndüm geçmişe, o kadar tazeyim, o kadar canlı, bahar gibiyim. Bahardan geldim.
Farzet ki ben daha önce hata yapmamış gibi cesurum, atla desem atlarım camdan.
Farzet ki hiç yalan söylememişim hayatımda daha önce, o kadar acemiyim, mahçup bakıyorum.
Farzet ki bahardan geldim, biraz suya ihtiyacı var çiçeklerimin.
Ve farzet ki, güneş şimdi doğuyor, ben bunu ilk defa görüyorum. O kadar heyecanlıyım, gökyüzüne bak beraber izleyelim...”
Bunu Zeynep’e yazmıştım, hiç veremedim. Zaten verseydim bile benden değil de ondan gelmiş olmasını dilerdi. Umarım Arda mı ne o benim sevdiği kadar sevmez onu diyordum ta ki bugüne kadar.
Gittiğini duydum, Berk söyledi. Lisedekilerle veda partisi vermişler Zeynep’e. Zeynep’in bir başkasıyla mutlu olmasını dileyemezdim. Yemişim geyikleri, insan sevdiğini mutlu olmasını ister falan falan. Ben onun “benimle” olmasını istiyorum o kadar. Bencillikmiş! Kaçınız o içinizde ukte kalan aşkınızın şimdi mutluluktan kelebekler gibi uçmasını istiyorsunuz? Onu görmek istedim, belki vazgeçer diye. Belki bir mucize olmuştu ve Arda bizimkine tekmeyi basmıştı. Beni görünce bir şeyler değişir.
Olamaz mı?
Ben Arda ve Zeynep’in hikayesinde figüran mı olmak zorundaydım ki?
Onlar ilelebet mutlu yaşarlar, herkes onlarinki gibi bir aşk ister; Alp pis, Alp kaka…
Niye? Neden figüran benim?
Ben anlatıyorum baksanıza kendi hikayemi, sadece Zeynep’i anlatıyorum. Eminim onlar anlatsalar sadece birbirlerini anlatmazlardı, oysa ben sadece onu anlatıyorum. Başka başka şeyler yaşayan bir yardımcı erkek oyuncu değilim baksanıza, sadece ana hikayeyi yaşıyorum ben, görmüyor musunuz?
Aradığımda soğuk konuştu benimle; ne bekliyordum ki? Evet sesinin özlemle dolu olmasını bekledim. Bekledim, ne? Yalan mı söyleyeyim?
Ama onunla gidiyorum dedi bana. İlk aşkıyla, her zaman sevdiği, beni severken bile hiç unutamadığı adamla defolup gidiyormuş.
Ben?
Onların bir sürü başka hikayeleri var. Peki ben?
Benim sadece tek bir hikayem vardı?
Öyle her filmde arkada görünen, insanlarla sohbet eden figüranlardan değildim. Sadece tek bir filmde, kenardan, köşeden gözükmüştüm. O kadar… Hani olur ya tek bir filmde figüranlık yapıp da kendini ünlü zannedenler, kırmızı halıda, Oscar ödülünü alırken hayal edenler; ben de onlardandım. Bir gün bu hikayenin başrolü olabileceğimi düşündüm. Oysa yanlış yerinden bakmışım, yolumu şaşırmış başkalarının hikayesine dalmışım bodoslama ve şimdi de kameranın önünden çekilme zamanı.
Evime gideceğim, ünlü olmasam da beni sevenler var ve bu zenginliğimi düşüneceğim.
Bir dakika, eğer sıradan biri olsaydım bu cümleyi kurardım; ama benim öyle bir zenginliğim de yok. Benim için oyun bitti. Tek istediğim birkaç replik dahaydı…
Onun gidişiyle içimden bir şey daha koptu sanki, hani evden gitmesi, benden gitmesi ve şimdi de Türkiye’den gitmesi. Defalarca veda etmişti; ama şimdiki çok daha fazla. Bir yanım daha öksüz kaldı; içimde bir yer, bir parçam daha bir mahzunlaştı sanki… Alışkın olmadığım bir veda sanki bu, sütten kesilmiş bebek gibiyim; annemin sıcağını özledim. Sanki yoluna çıkmamdan korkuyormuş gibi, öyle bir şeyin ihtimali bile onu deli ediyormuş gibi; ulaşamayacağım bir yere gidiyordu.
Öyle olur ya hani, onu sildim dersiniz; ama bir gün karşılaşabilmek için onun geçtiği yollardan geçersiniz… Sizin elinizde değildir karşılaşmanız, güya, bu sayede kendinizi suçlamazsınız onu görürseniz de yeniden aklınıza girerse _ tabi sanki aklınızdan çıkmıştı da_
Olmadı… İkisi gitti, başlarına ne gelirse gelsin; birlikte olacaklar. Hatta ölümleri bile mutluluktan olur. Benimse içim çürüdü, kokuştum… Neydi o şarkı, Nazan Öncel’in heh, Bu Havada Gidilmez…beni bırakıp gıtme bir yeregidersen unutursun
dilerim böyle olmaz
Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
(sakın haa gitme)
beni unutma
unutama inşallah
unutursan kahrolurum
dilerim öyle olmaz
Kayboldum ben...
O’ndan sonra iyice kayboldum.
Karşımda oturuyordu, bitkindi, kaybetmişti. İşin kötüsü ben de kaybetmiştim, bir şekilde devam etmiştik belki bir şeylere; ama hep kırgın, yorgun... Beynimde senelerdir tek bir şarkı dönüp duruyordu Yann Tiersen – Monochrome:
“Anyway, i can try, anything it's the same circle
That leads to nowhere and i'm tired now.
Anyway, i've lost my face, my dignity, my look,
All of these things are gone and i'm tired now.
but don't be scared, i found a good job and i go to work
every day on my old bicycle you loved.
i'm piling up some unread books under my bed
and i really think i'll never read again.
no concentration, just a white disorder
everywhere around me, you know i'm so tired now.
but don't worry i often go to dinners and parties
with some old friends who care for me,
take me back home and stay.
mochrome floors, monochrome walls, only abscence near me,
nothing but silence around me. monochrome flat, monochrome life,
only abscence near me, nothing but silence around me.
Her şeyimizi kaybetmiş halde, birbirimize teselli veriyorduk çünkü; “O kadar da dağılmadım.” Mesajı vermeye çalışıyorduk birbirimize. Oysa aynı döngüde, ellerimiz boş, aynadaki görüntümüz kayıp koşturup duruyorduk. Şarkıdaki gibi bir teselli verirken bile çaresizdik. Her şey siyah – beyazdı çünkü; bir anlamda bitmişti. Eğer gerçekten de siyah – beyaz ve renkler ülkeleri varsa biz siyah- beyaz kısmıza sonsuza kadar kapatılmıştık. Hem de ışık almayan, romatizmamızın nedeni aşırı rutubetli bir zindanda. Duvarlar küf doluydu ya da onlar ruhumuzun sınırları da olabilir, emin değilim iyi seçebilecek durumda değilim. Zeynep’le yaşadıklarımız, şey.. yani bitmeseydi o zaman her şey; bir başkasında bulmasaydı bende göremediği şefkati belki benliğim kurtulabilirdi; belki masal gibi olabilirdi, mucizeler olabilirdi. Olmadı…
Zeynep’le boşandıktan sonra annem hastaneye yatmam için çok ısrar etti; ama annemin direktifleri doğrultusunda devam edemezdim. İsviçre’ye gittim, nerede olduğumu bile bilmiyordu, sadece gittiğimi ve iyi olacağımı söylemiştim. Belki de hoşuma gitmişti, o beni Zeynep’ten ayırmıştı ve ben de onu hayatta tek değer verdiği şeyden oğlundan ayıracaktım.
Kim demiş ki artık bitti diye, uzatmalar oynanmadan nereye diye sorarlar adama, değil mi? Bazen itaat etmek gerek işte böyle, boynumu eğdim; giyotindeyim sanki bekliyorum, hadi düşsün artık boynuma o keskin jilet.
Dokunan öyle çok yeri vardı ki bu ayrılığın. Hiç unutmuyorum, Zeynep gideli iki ay kadar olmuştu; yeniden beste yapmaya başlamıştım, çünkü bu boşluk beni deli ediyordu. O sırada kapı çaldı, istemsizce bağırdım:
“Aşkım, kapıya bakar mısın?”
Sonra fark ettim ki ben bakmak zorundaydım kapıya, eve gelen her telefona ben bakmak zorundaydım. Evimde benden başka “Alo” diyecek kimse yoktu. Telefonu açanlar benim alo dememi beklemeden “Alp” diyebilirlerdi; çünkü bilirlerdi, telefondaki sadece ben olacaktım. Halen de öyleyim. Ben zaten yalnız yaşıyordum, Zeynep’ten önce; ama yine de zordu. Her telefona, kapıya koşmak zorunda olmak.
O yanımda olmadığı için, benimleymiş gibi yaşayamadığı için ben iki kişilik yaşamak zorundayım üstelik. Bir de feci koyan bir şey daha var; kimsenin “Nasılsın?” diye sormaması. Gerçekten, annem bile sormadı bana nasılsın diye. Sormadı mı? Soramadı… Kimse alabileceği cevaba hazır hissetmedi kendini, öylesine bile sormadı. “Naber?” dediler, “Nasıl gidiyor?”, “Moraller iyi, değil mi?” dediler; ama “nasılsın?” diyemedi kimse… Öyle ki, senelerdir sorulmamış bu soruyu Zeynep sordu; ama ben cevap veremedim… İnsan senelerce sorulmasa bile unutur mu nasıl olduğunu?
Zeynep’in bir resmini saklıyorum, sanki o da çizgi filmlerinin korku sahneleri gibi suratını asmış; bana bakmıyor. Resmi bile yüzüme bakmıyor, ne bekliyordum ki. Siz hiç sevdiklerinizin resimlerini bile küstürdünüz mü?
En zoru, yaşadığım ve Zeynep’e yaşattığım her şeye rağmen aldatılmış olmamdı. O kadar ilginç bir duygu ki bu, insanoğlu işte, inandığı her şey, seneleri, duyguları, sözleri, aklınıza gelebilecek her şeyi iskambil kağıdından kuledir. Yıkılmaya müsait… Nasıl ki sonradan gelen birine yıkımdan sonra orada bin katlı iskambilden bir kule olduğuna inandıramazsınız; işte siz de bir sabah uyandığınızda karşınızdakinin sizi sevdiğine hiçbir şey inandıramaz sizi. Bitmiştir. O ana kadar ne yaşanırsa yaşansın, “yalan”dır. Biraz mantıklı düşününce “Yok canım, her şey de yalan olamaz.” Dersiniz; ama içinizden bir şeyler, birileri sizi hep dürter. Geçmişteki şüpheli her şeyi önünüze serer ve inadına kanıtlamaya çalışır.
O sizi hiç sevmemiştir.
“Yok canım, mutlaka sevmiştir.” Dersiniz ve sizi koşulsuz sevdiği bir an yakalamaya çalışırsınız, artık ne kadar sürdüyse, aylar, yıllar… Sonra oturur kendi halinize üzülürsünüz… Bir zamanlar sizindi o, şimdiyse sizi bir zamanlar sevdiğine inandırmaya çalışıyordunuz kendinizi.
İnsan sevdiğinin kendisini sevmemesine bile alışır belki; ama bir zamanlar kendisini sevdiği gibi, hatta kendisini hiç sevmediği gibi bir başkasını sevebilecek olması deli eder insanı. O yüzdendi işte, Zeynep’in yanımda olmasına razıyken, hatta beni aldattığını tahmin ediyorken kuzu kuzu durabilmem. Beni sevmiyordu; ama beni aldatıyor olması sadece bir ihtimaldi. Belki de aldatıyor süsü vererek yeniden kazanmamı bekliyordu kendisini. İhtimaller, sezgiler kötüdür… İnsanın sezgilerinin güçlü olması kötüdür... Siz hiç korktunuz mu hislerinizden?
En kötüsü de uzun zamandır sezdiklerinizin gerçek olduğunu anladığınız andır. Önce kendinizi bilmenize rağmen neden zayıf hissettiğiniz konusunda suçlarsınız, sonra kafanıza dank eder “aldatılmışlık” , “kandırılmışlık” , “küçük düşürülmüşlük”… bir zamanlar sizi sevmediği kadar bir başkasını sevebiliyor olması… İçindeki en büyük sevgisini bir başkası için saklamış olması… Ve sizin sadece basamak olmanız…
En kötüsü de sizin onu hala köpekler gibi sevmeniz…
Düşünüyordum bazen, ilk ne zaman başlamış olabilir diye. Benim bir gece onun en sevdiği yemekleri yapıp da evi beyaz güllerle donattığım günden önce mi sonra mı mesela? Oysa gülümsemişti o gün bana… ve ben hala beni kurtarabilir gibi hissetmiştim, mesela o yalan mıydı?
Ya da ondan bir hafta sonra onu öperek uyandırdığımda, “Günaydın aşkım.” Dediğimde. Cevap vermemişti evet bana, belki de o zaman başkası olsun diye ummuştu o öpücüğü veren. Gülümsemiş miydi emin olamıyorum açıkçası, hoş gülümsemiş olsaydı bile bana mı olurdu?
Ben hala çabalıyor muydum her şey başladığında?
Şaka yapıyorum, o eve sarhoş geldiği günün sabahı bile çabalıyordum ben. En kötüsü de bu, aptal yerine konmak. Yine de bilemiyorum, Zeynep gitmemişti, gidememişti… Ona acımamı mı istemişti, gitseydi daha önce kopabilirdim ben ondan.
Size acınmasını istemiyorsanız, size bağlı kalınmasını istemiyorsanız; kalkar gidersiniz. Net.