16 Ağustos 2010 Pazartesi

12. bölümün Devamı - III

Alp Aydın


Kayboldum ben...

O’ndan sonra iyice kayboldum.

Karşımda oturuyordu, bitkindi, kaybetmişti. İşin kötüsü ben de kaybetmiştim, bir şekilde devam etmiştik belki bir şeylere; ama hep kırgın, yorgun... Beynimde senelerdir tek bir şarkı dönüp duruyordu Yann Tiersen – Monochrome:


“Anyway, i can try, anything it's the same circle
That leads to nowhere and i'm tired now.
Anyway, i've lost my face, my dignity, my look,
All of these things are gone and i'm tired now.

but don't be scared, i found a good job and i go to work
every day on my old bicycle you loved.
i'm piling up some unread books under my bed

and i really think i'll never read again.

no concentration, just a white disorder
everywhere around me, you know i'm so tired now.

but don't worry i often go to dinners and parties
with some old friends who care for me,
take me back home and stay.

mochrome floors, monochrome walls, only abscence near me,
nothing but silence around me. monochrome flat, monochrome life,
only abscence near me, nothing but silence around me.

Her şeyimizi kaybetmiş halde, birbirimize teselli veriyorduk çünkü; “O kadar da dağılmadım.” Mesajı vermeye çalışıyorduk birbirimize. Oysa aynı döngüde, ellerimiz boş, aynadaki görüntümüz kayıp koşturup duruyorduk. Şarkıdaki gibi bir teselli verirken bile çaresizdik. Her şey siyah – beyazdı çünkü; bir anlamda bitmişti. Eğer gerçekten de siyah – beyaz ve renkler ülkeleri varsa biz siyah- beyaz kısmıza sonsuza kadar kapatılmıştık. Hem de ışık almayan, romatizmamızın nedeni aşırı rutubetli bir zindanda. Duvarlar küf doluydu ya da onlar ruhumuzun sınırları da olabilir, emin değilim iyi seçebilecek durumda değilim. Zeynep’le yaşadıklarımız, şey.. yani bitmeseydi o zaman her şey; bir başkasında bulmasaydı bende göremediği şefkati belki benliğim kurtulabilirdi; belki masal gibi olabilirdi, mucizeler olabilirdi. Olmadı…

Zeynep’le boşandıktan sonra annem hastaneye yatmam için çok ısrar etti; ama annemin direktifleri doğrultusunda devam edemezdim. İsviçre’ye gittim, nerede olduğumu bile bilmiyordu, sadece gittiğimi ve iyi olacağımı söylemiştim. Belki de hoşuma gitmişti, o beni Zeynep’ten ayırmıştı ve ben de onu hayatta tek değer verdiği şeyden oğlundan ayıracaktım.

Kim demiş ki artık bitti diye, uzatmalar oynanmadan nereye diye sorarlar adama, değil mi? Bazen itaat etmek gerek işte böyle, boynumu eğdim; giyotindeyim sanki bekliyorum, hadi düşsün artık boynuma o keskin jilet.

Dokunan öyle çok yeri vardı ki bu ayrılığın. Hiç unutmuyorum, Zeynep gideli iki ay kadar olmuştu; yeniden beste yapmaya başlamıştım, çünkü bu boşluk beni deli ediyordu. O sırada kapı çaldı, istemsizce bağırdım:

“Aşkım, kapıya bakar mısın?”

Sonra fark ettim ki ben bakmak zorundaydım kapıya, eve gelen her telefona ben bakmak zorundaydım. Evimde benden başka “Alo” diyecek kimse yoktu. Telefonu açanlar benim alo dememi beklemeden “Alp” diyebilirlerdi; çünkü bilirlerdi, telefondaki sadece ben olacaktım. Halen de öyleyim. Ben zaten yalnız yaşıyordum, Zeynep’ten önce; ama yine de zordu. Her telefona, kapıya koşmak zorunda olmak.

O yanımda olmadığı için, benimleymiş gibi yaşayamadığı için ben iki kişilik yaşamak zorundayım üstelik. Bir de feci koyan bir şey daha var; kimsenin “Nasılsın?” diye sormaması. Gerçekten, annem bile sormadı bana nasılsın diye. Sormadı mı? Soramadı… Kimse alabileceği cevaba hazır hissetmedi kendini, öylesine bile sormadı. “Naber?” dediler, “Nasıl gidiyor?”, “Moraller iyi, değil mi?” dediler; ama “nasılsın?” diyemedi kimse… Öyle ki, senelerdir sorulmamış bu soruyu Zeynep sordu; ama ben cevap veremedim… İnsan senelerce sorulmasa bile unutur mu nasıl olduğunu?

Zeynep’in bir resmini saklıyorum, sanki o da çizgi filmlerinin korku sahneleri gibi suratını asmış; bana bakmıyor. Resmi bile yüzüme bakmıyor, ne bekliyordum ki. Siz hiç sevdiklerinizin resimlerini bile küstürdünüz mü?

En zoru, yaşadığım ve Zeynep’e yaşattığım her şeye rağmen aldatılmış olmamdı. O kadar ilginç bir duygu ki bu, insanoğlu işte, inandığı her şey, seneleri, duyguları, sözleri, aklınıza gelebilecek her şeyi iskambil kağıdından kuledir. Yıkılmaya müsait… Nasıl ki sonradan gelen birine yıkımdan sonra orada bin katlı iskambilden bir kule olduğuna inandıramazsınız; işte siz de bir sabah uyandığınızda karşınızdakinin sizi sevdiğine hiçbir şey inandıramaz sizi. Bitmiştir. O ana kadar ne yaşanırsa yaşansın, “yalan”dır. Biraz mantıklı düşününce “Yok canım, her şey de yalan olamaz.” Dersiniz; ama içinizden bir şeyler, birileri sizi hep dürter. Geçmişteki şüpheli her şeyi önünüze serer ve inadına kanıtlamaya çalışır.

O sizi hiç sevmemiştir.

“Yok canım, mutlaka sevmiştir.” Dersiniz ve sizi koşulsuz sevdiği bir an yakalamaya çalışırsınız, artık ne kadar sürdüyse, aylar, yıllar… Sonra oturur kendi halinize üzülürsünüz… Bir zamanlar sizindi o, şimdiyse sizi bir zamanlar sevdiğine inandırmaya çalışıyordunuz kendinizi.

İnsan sevdiğinin kendisini sevmemesine bile alışır belki; ama bir zamanlar kendisini sevdiği gibi, hatta kendisini hiç sevmediği gibi bir başkasını sevebilecek olması deli eder insanı. O yüzdendi işte, Zeynep’in yanımda olmasına razıyken, hatta beni aldattığını tahmin ediyorken kuzu kuzu durabilmem. Beni sevmiyordu; ama beni aldatıyor olması sadece bir ihtimaldi. Belki de aldatıyor süsü vererek yeniden kazanmamı bekliyordu kendisini. İhtimaller, sezgiler kötüdür… İnsanın sezgilerinin güçlü olması kötüdür... Siz hiç korktunuz mu hislerinizden?

En kötüsü de uzun zamandır sezdiklerinizin gerçek olduğunu anladığınız andır. Önce kendinizi bilmenize rağmen neden zayıf hissettiğiniz konusunda suçlarsınız, sonra kafanıza dank eder “aldatılmışlık” , “kandırılmışlık” , “küçük düşürülmüşlük”… bir zamanlar sizi sevmediği kadar bir başkasını sevebiliyor olması… İçindeki en büyük sevgisini bir başkası için saklamış olması… Ve sizin sadece basamak olmanız…

En kötüsü de sizin onu hala köpekler gibi sevmeniz…

Düşünüyordum bazen, ilk ne zaman başlamış olabilir diye. Benim bir gece onun en sevdiği yemekleri yapıp da evi beyaz güllerle donattığım günden önce mi sonra mı mesela? Oysa gülümsemişti o gün bana… ve ben hala beni kurtarabilir gibi hissetmiştim, mesela o yalan mıydı?

Ya da ondan bir hafta sonra onu öperek uyandırdığımda, “Günaydın aşkım.” Dediğimde. Cevap vermemişti evet bana, belki de o zaman başkası olsun diye ummuştu o öpücüğü veren. Gülümsemiş miydi emin olamıyorum açıkçası, hoş gülümsemiş olsaydı bile bana mı olurdu?

Ben hala çabalıyor muydum her şey başladığında?

Şaka yapıyorum, o eve sarhoş geldiği günün sabahı bile çabalıyordum ben. En kötüsü de bu, aptal yerine konmak. Yine de bilemiyorum, Zeynep gitmemişti, gidememişti… Ona acımamı mı istemişti, gitseydi daha önce kopabilirdim ben ondan.

Size acınmasını istemiyorsanız, size bağlı kalınmasını istemiyorsanız; kalkar gidersiniz. Net.

3 yorum:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails