- Arkadaşlık ortamı... Üniversite, hayat, iş derken bir sürü insanla tanışacağız zaten. Burayı arar mıyız? Yani buraya bağlanmak için başka şeyler olmalı, onları bulsak belki, bu taş bina aklımızdan hiç silinmez...
- Bilmem, ne gibi şeyler? Yani bu kadarı yetmez mi? Burası büyüyeceğimiz yer, önemli geliyor bana böyle şeyler, belki kız romantikliği, komik geliyor heralde sana...
- Gelmiyor. Bakış açın çok etkileyici Zeynep...
“Bakış açısı” olarak nitelendiremediğim üç cümleye böyle cevap veren biri tehlikeli sularda yüzüyor demektir. Lafı geçirdirdim ben de, yani hazır değildim, öyle birden.
Afalladım sanırım, kafam karıştı. Bütün bunlar Arda’yı bir çocukluk arkadaşı olarak kabul etmem anlamına geliyordu. Egemen’in sandığının aksine benim hayatımdaki rollerin belirlenmesiydi bir bakıma. Ve bu rolün sahibi Arda olunca bu basit bir çıkma teklifi olmaktan öteye gidiyordu.
Bir süre geçiştirdim Egemen’i; onu tanımaya çalıştım. Tanıdıkça da etkilenmeye başladım. Yakışıklı bir çocuktu, geniş omuzlu, uzun boylu... Bal rengi gözleri vardı ve bana başkalarına bakmadığı bir ışıltıyla bakması, Zeynep derken bakışlarının aldığı o sahiplenici hava çok hoşuma gidiyordu.
Zamanında bana demişti bakış açın etkileyici diye; bırakın o zamanları bugün bile ben bu kadar mantıklı ve bu kadar etkileyici bir düşünce sistemine sahip bir insan tanımadım. Romantikti, zekiydi. 14 yaşındaki bir kız olarak tüm bunlar onu, benim hayatımın ilk sırasına taşıyordu. Telefonda, MSN’de sürekli sohbet ediyorduk. Bazen okul çıkışları birlikte ada vapuruna biniyor, inmeden geri dönüyorduk. Ada havasının beni değiştirdiğini, daha mutlu bir insan yaptığını söylüyordu. “Resmen mutluluğun anahtarını bulmuşsun, sakın sırtını dönme buna!” diyordu. Mutlu olmak için yaşıyordu Egemen. Başarı, hırs, aşk, para... Hiçbiri için değil, onları gerçekten araç olarak oturtmuştu bile kafasında. Tek derdi mutlu olmaktı, tek amacı değdiğine inandığı insanlara mutluluk verebilmekti...
Bu küçük olgun adamın nasıl böyle olduğunu merak ediyordum bazen. Onunla ilgili daha fazla şey bilmek istiyordum. Benim için değerli bir kapalı kutuydu, öyle de kaldı uzunca bir süre. Ayrıldığımızda hâlâ onunla ilgili bilmediğim bir sürü şey vardı. Neden bana böyle uzak kaldı hiç bilmiyorum; ben onu bu kadar yakından tanımak isterken Egemen bir gün ayrılmak istediğini söyledi. Tabi ben sonradan bu ayrılığın mesajlarını aldığımı hatırladım. Düşünmek için zaman istiyor, bana sürekli hayatımdaki insanların yerlerini soruyordu. Garipti, belki de bana fazla karışık, fazla derin geldiğini düşünüyordu. Belki de öyleydi, yaşamadan nereden bilebilirim?
Öyle ya da böyle... Garip sorular, garip cümlelerden sonra bitti. Benden sonra çevresinde o kadar çok kız oldu ki anlatamam. Bazen Egemen’in gözlerini kontrol ederdim, bana baktığı gibi baktığı bir kız var mı diye? Bir süre olmadı böyle bir şey, bir ışıltı yakalayamadım; ama iki ay kadar sonra Nilay’a _ Nilay’ın diğer ismi Temmuz’du, okulda sadece Egemen ona Temmuz diyordu._ bakışlarında tanıdık bir ışıltı yakaladım ne yazık ki...
Buyrun size ergenlik bunalımı....
Hoşgeldiniz...
Karamsar takılmacalar, saç modelini değiştirmeceler, melankolik müzikler... Herkes bunu yaşar; ama ben bir erkek tarafından terk edilmeyi hazmedemezdim. Zaten babam ve Arda’da bunu yaşamıştım. Bana 3. darbe gibi gelen Egemen de öldürücü darbeydi. Hepsi terk etmişti. Birisi toprağın derinliklerine, birisi hayatımın gittikçe uzaklaşan toz bulutlarına, ötekisi sınıfta 2 yan sırama... Yaz mevsimi bile beni terk etti, kızın adına bir baksanıza.
Arda’la dostluğum da bu aralar kesinleşti. Egemen gerçekten de hayatımdaki insanları düzene sokmuştu, sonra da bir boşluk bırakıp gitmişti. Artık kemikleşmiş şeyleri oynatmak imkansızdı. Ah Egemen! Senden en son haber aldığımda, İsviçre’ye yerleşmiş; ünlü bir felsefe yazarı olmuştun orada. Geçen hafta bitirdim son kitabını, hâlâ sana böylesine değer verdiğimi bilsen ne derdin acaba?
***
Arda, babamın Antalya uçağı gibi irtifa kaybediyordu hayatımda. Bir sabah ilk aşkımdı, sonraki akşam dostum ve sonra arkadaşım... Gittikçe “tanıdık” sıfatı tanımlıyordu aslında Arda’yı. Lise hayatım çok güzel geçti; aşklar, dostluklar... Tek kötü yanı yıllar geçtikçe Arda’nın sadece özel günlerde aradığım bir tanıdığım haline gelmesiydi. Bayram ya da doğumgünleri... Bazen onları bile atlıyorduk. Yeşim Teyzeyle annem arada bir telefonla görüşüyorlardı. Yeşim Teyze bazen uğruyordu bize, nadir de olsa. Okuldan döndüğümde beni her gördüğünde “Ne kadar güzelleşmişsin!” deyip duruyordu. Bunları Arda’ya da anlatıyor mu diye düşünüyordum. Gerçekten de güzelleşmiş miydim? Tamam ne Özlem kadar ne de Ezgi kadar güzeldim; ama güzel sayılabilirdim. Beni mutlu etmeye yetiyordu. Yeşim Teyze’den iltifat duymak hoşuma gidiyordu...
Yeşim Teyze’yle annemin yaptığını biz de Arda’yla yapabilmeliydik.
Niye olmadı? Niye yapamadık?
Hiç bilmiyorum işte... Belki de kader.... Nasıl bir kaderse...
İşte bütün bunlar lise 1’de oldu hep. İlk seneydi; duygularım, düşüncelerim, hırslarım hatta yüz hatlarım bile oturmamıştı yerine. Hepsi birden beynimde, bedenimde dolaşıp duruyolardı. Sert çıktığım oluyordu bazen hayata, çok acımasız davrandığım sildiğim, parçaladığım...
Pişman mıyım?
İşte onu hiçbir zaman bilemeyeceğim...
Madem aşk hayatından açıldı konu, lise 2, Ufuk! Diyordum ya hayatının aşkını 14 yaşında bulabilir misin ne garip diye; işte 16 yaşım benim için hayatımın aşkını bulduğumu sandığım zamandı. Kimseye bu kadar aşık olabileceğimi düşünmüyordum, kimseyi sonsuza kadar sevebileceğimi... Hatta gülmeyin, bakın lütfen gülmeyin; evlilik hayalleri bile kurmuştum. Modern, okumuş, entelektüel bir görünümüm var evet; ama ben de evlilik hayali kurdum; trajikomik bir metropol kadınının gençliği işte. Tiyatroyu evliliği için bırakmış bir annem var, sanırım ben de aşk için her şeyden vazgeçebilirim diye düşünüyordum. Belki de doğruydu, şimdi kimim, neredeyim? Geçmişle paslaşarak anlattığım hikayemin neresindeyim, çok mu dar bir yerde sıkıştım... Onu bile bilmiyorum gerçekten. İstanbul trafiğinin ortasında camları buğulu eski model bir otobüsün içinde gidiyorum bir yerlere, dışarıyı göremiyorum; hangi durakta inmem gerektiğini bilmiyorum. İçim daralıyor; işte hayat da az buçuk klostrofobik yaptı belki beni de haberim yok...
Ufuk! Hayatımın aşkı! Arda’yı tamamen sıradanlığa iten insan. Artık Arda’yla konuşmuşum, konuşmamışım, uzaklaşmışım hiç önemli değildi. Ufuk vardı, hiçbir boşluk yoktu hayatımda ki zaten Arda’yı bir yere koyamıyordum en başından beri. Puzzle’ı zorlamanın anlamı yoktu.
Resim tamamdı...
Ama işte, bizim masalın kahramanı çok saftı...
Arda’yı hayatımdan tamamen kazıyamazdım, çocukluk anılarımda hep o vardı. Kendimi anlatırken onu nasıl pas geçebilirdim ki? Ufuk biliyordu... Ona hiçbir zaman Arda’ya bir zamanlar aşık olduğumu söylemedim; ama o hissediyordu sanki.
Ve tabiki her aşk hikayesi gibi bu da bitti bir gün. Hani bitmezdi! Bir erkeğin arkasından ağlayabileceğimi hayal etmezdim, hep mantıklı, hep güçlüydüm. Ajda Pekkan’ın şarkılarındaki kadınlardan olacaktım ben. “Amazonlar, asla ağlamaz!” diyecektim; ama çok ağladım. Bir sürü anı, mektuplar, hediyeler... Hayatımı Ufuk’tan temizlemek istiyordum. Ne arkadaş olarak ne tanıdık olarak tek bir zerresinin kalması bana acı veriyordu, onu her gün sınıfta görmek çok zordu.
En önemlisiyse bir daha asla aşık olamayacağıma kendimi inandırmış olmamdı. Ufuk’tan sonra ufak tefek aşk maceralarım oldu; ama aklımda tek bir şey vardı: bunlara değmez! Ufuk’la yaşadıklarımdan sonra basi ilişkiler gereksiz geliyordu; zaman kaybıydı. Çok eğlenceli olanları da vardı, oyun gibileri... Eksik olan şey benim aşık olma yetimdi...
Aşağı yukarı o zamanlara rastlıyor; okul orkestrasında solistlik yapmaya başladım. Sesim güzeldir aslında, şarkı söylemeyi de seviyorum. En azından sevebileceğim bir şey yapmak iyi geliyordu bana. Ağır bir depresyondu çünkü Ufuk’tan bana kalanlar, zordu...
Gitaristimiz Tunç’tu, baterist Murat, basta ve vokalde Gizem, orgda Batuhan ve solist olarak da ben... Tunç ve Gizem benden bir dönem üstlerdi ve sevgililerdi. Murat ve Batuhan da benimle yaşıttı. Eğleniyordum, sonuçta hiçbiri benim sınıfımda değillerdi, olayların dışındalardı. Bu beni rahatlatıyor, Ufuk’la aramdaki gerginlikten uzaklaşıyordu.
Ufuk! Hayatımın aşkı! Arda’yı tamamen sıradanlığa iten insan. Artık Arda’yla konuşmuşum, konuşmamışım, uzaklaşmışım hiç önemli değildi. Ufuk vardı, hiçbir boşluk yoktu hayatımda ki zaten Arda’yı bir yere koyamıyordum en başından beri. Puzzle’ı zorlamanın anlamı yoktu.
Resim tamamdı...
Ama işte, bizim masalın kahramanı çok saftı...
Arda’yı hayatımdan tamamen kazıyamazdım, çocukluk anılarımda hep o vardı. Kendimi anlatırken onu nasıl pas geçebilirdim ki? Ufuk biliyordu... Ona hiçbir zaman Arda’ya bir zamanlar aşık olduğumu söylemedim; ama o hissediyordu sanki.
Ve tabiki her aşk hikayesi gibi bu da bitti bir gün. Hani bitmezdi! Bir erkeğin arkasından ağlayabileceğimi hayal etmezdim, hep mantıklı, hep güçlüydüm. Ajda Pekkan’ın şarkılarındaki kadınlardan olacaktım ben. “Amazonlar, asla ağlamaz!” diyecektim; ama çok ağladım. Bir sürü anı, mektuplar, hediyeler... Hayatımı Ufuk’tan temizlemek istiyordum. Ne arkadaş olarak ne tanıdık olarak tek bir zerresinin kalması bana acı veriyordu, onu her gün sınıfta görmek çok zordu.
En önemlisiyse bir daha asla aşık olamayacağıma kendimi inandırmış olmamdı. Ufuk’tan sonra ufak tefek aşk maceralarım oldu; ama aklımda tek bir şey vardı: bunlara değmez! Ufuk’la yaşadıklarımdan sonra basi ilişkiler gereksiz geliyordu; zaman kaybıydı. Çok eğlenceli olanları da vardı, oyun gibileri... Eksik olan şey benim aşık olma yetimdi...
Aşağı yukarı o zamanlara rastlıyor; okul orkestrasında solistlik yapmaya başladım. Sesim güzeldir aslında, şarkı söylemeyi de seviyorum. En azından sevebileceğim bir şey yapmak iyi geliyordu bana. Ağır bir depresyondu çünkü Ufuk’tan bana kalanlar, zordu...
Gitaristimiz Tunç’tu, baterist Murat, basta ve vokalde Gizem, orgda Batuhan ve solist olarak da ben... Tunç ve Gizem benden bir dönem üstlerdi ve sevgililerdi. Murat ve Batuhan da benimle yaşıttı. Eğleniyordum, sonuçta hiçbiri benim sınıfımda değillerdi, olayların dışındalardı. Bu beni rahatlatıyor, Ufuk’la aramdaki gerginlikten uzaklaşıyordu.
Orkestrada bir gün öyle bir şey oldu ki; bu anlattığımdan sonra hayatımın en büyük flashback’ini yaşadım. Aslında basit bir şeydi; ama bizim masalın kahramanının ne kadar saf olduğunu bir kez daha anladım, kendime etmediğim küfür kalmadı... Artık iş işten öyle bir geçmişti ki toparlanacak bir taraf kalmamıştı. Okulun son günü vereceğimiz konserin repertuarındaki şarkıydı her şeyi kilitleyen:
Sen iskeleye bağlı
Fırtınalardan yoksun
Tatlı rüzgara razı
Ben açık denizdeyim
Deniz bu belli olmaz
Huyunu seveyim
Tesadüfler... Tesadüfler... Seneler öncesinin şarkısı, gel sen burada karşıma çık... İşte o andan sonra Ardaların bizim eve geldiği güne sardım filmi, mesajlaşmalarımıza. Bana ne kadar çok değer verdiğini her fırsatta söylemesine, lisenin ilk günü benimle yorganının altından mesajlaşmasına ve daha büyük – küçük bir sürü söze, davranışa, olaya... Liseye başladığımız sıralarda bana aşıktı, resmen öyleydi. Oysa ben 14 yaşında aşk meşk işlerini bilmeyen ufacık bir kızdım. Emin olamamıştım! Saçma! Diyorum da safım işte diye!
Arda bana aşıktı!
Bir zamanlar!
Artık doğru dürüst konuşmuyorduk bile... O şansım öyle bir kaçmıştı ki bir daha elde edebilmem imkansızdı... O bile söylemişti değiştiğini... Değişmişti... Her şey... Tek bildiğim hayatımın en büyük hatasının Arda’ya karşı daha cesur olamamaktı. Bundan sonra yapabileceğim aşk hikayeleri konusunda daha dikkatli davranmaktı. Böyle bir hayal kırıklığını bir daha yaşamamaktı.
Aklımda dolaşan ne zaman başladığı sorusuydu. Arda’yla ne zaman tanıştığımı bile hatırlamıyordum 4 yaşında falan olmalıydım. Şeyi hatırlıyorum, 7.5 yaşındaydım. 8. Doğumgününde evine çağırmıştı bütün sınıfı. O gün Sedef Abla geldi yanıma, liseye başlamış olmalıydı o zamanlar Sedef Abla.
- Sen Zeynep’sin değil mi?
- Evet, daha önce mi tanıştık?
- Yok, hayır. Ben tahmin ettim.
Ablasına anlatmıştı demek ki beni. Sedef abla beni görür görmez tanıyacak bir durumdaydı. Hayat gerçekten garip; bitişler, başlangıçlar o kadar içiçe ki.
Bir daha o şarkıyı dinlememek daha iyi olabilirdi. İki günde bir söylemek zorunda olmasaydım tabi... Gerçi iyi oldu biliyor musunuz? Sanki her gün keskin bir bıçakla hatalarım vücudumda yaralar açıyordu, tabiki iyileşeceklerdi; ama ben hiçbir zaman unutmayacaktım. Küçük ayrıntılar hayatımda büyük kayıplara yol açabilirdi ve yine küçük ayrıntılar bunu bana gösterebilirdi. Biraz daha özen... Hayata karşı biraz daha özenli olmam gerekiyordu belki de...
Yeni şeyler öğrenmiştim, karşılığında yeni şeyler kaybetmiştim. Bazen düşünmüyor da değildim. Evet, kaybettiklerimin çok büyük şeyler olduklarını sanıyordum Arda’nın hayatımıda çok önemli bir yerinin olmaması sanki çok önemli gibiydi... Peki ya değilse? Yani aslında ya çok büyük bir hatadan döndüysem? Olmaması mı gerekiyordu acaba? Çok acı çektim, üzerine çok düşündüm, üzüldüm; olsaydı daha mı fazla üzülecektim...
Kader isterseniz... Kadercilik... Her şeye çabuk mu razı oluyorum... Çabuk mu pes ediyorum? Ben sadece bir haritada herkesin başına buyruk hareket ettiğini düşünüyorum. Karşılaşmayabiliriz hiçbir zaman o sokaklarda. Nasıl anlatsam, karşılaşmak için karşımdakini arka sokağa sabitleyip yanına koşamazdım ki. Onun da hareket etmeye bir şeyleri şekillendirmeye ihtiyacı vardı. Onun da bir nefes alanı olmalıydı. Sadece o da değil, o anki bütün olaylar. Hepsinin hareket etme özgürlüğü vardı ve eğer aşkın o an yaşanması gerekiyorsa tüm bunlar garip bir şekilde aşkın lehine hareket ediyordu. Aslında hepimiz sevgi doluyuz, aşk için çalışıyoruz. Aşk nasıl bir büyüyse olmaya karar verdiği an bütün insanları, bütün olayları kendi tarafına çekebiliyor. Sadece onun için nefes almaya, kişisel hareket alanımızı ona göre düzenlemeye ikna ediyor bizi. Ama o istemezse kimsenin nefesi yetmiyor buna. Kader mi bu? Tesadüf? Tanrı? Neye inanacağımı şaşırdım, çünkü biliyorum bu gerçek! Hepimiz yaşadık benzerlerini, garip tesadüfleri. Belki de seneler öncesinden evde unutulmuş bir kitapla başladı her şey. 5 dakika gecikti her şey ya da merdivenlerden inerken ayakkabı bağımızın çözülmüş olduğunu görünce. Rakamlar, dakikalar, numaralar, sıralar, kararlar, iki-üç adım fazla atmak, hızlı yürümek... Bunların hepsini istemsiz yapıyoruz, o an kafamıza estiği için. Belki de aşk ruhumuzu içten içe ikna ettiği için...
Hayatın bu kadar sihirli olduğuna inanmak anaokulu seviyesi gibi geldi belki size. Ben sadece yaşadıklarımı düşünüyorum, nasıl tesadüfler bunlar böyle? Dünya fütursuzca dönerken bu kadar düşünüyor mu yani? Dünya mı aşk mı bu kadar düşünen...
Aşk bile bu kadar mucizevi bir şeyken; bizi ona hazırlayanlar sihirli değil mi yani?
Aşk bile bu kadar mucizevi bir şeyken; bizi ona hazırlayanlar sihirli değil mi yani?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder