Söylesenize bana: Şu mutluluk denilen lanet şey nasıl seçiyor bizi, nasıl karar veriyor gelmeye?
Neyse fazla göbekten daldım, birazcık başa sarmalı...
İşte böyle... Artık hepimizin farklı bir sıfatı vardı. Havuz derslerimiz vardı ilk dönem İngilizce ve matematik, mühendislerle alıyorduk, diğer derslerimiz de şimdilik fakülte içinde ortaktı; insanlarla tanışırken bölümünü söylemek sana ayrı bir hava katıyordu sanki. Yeni mekanım Taşkışla’ydı.
- Ben Zeynep, iç mimarlıktan.
Pek yabancılık çekmedim, derslerimizin hepsini Murat’la ortak seçmiştik. Tesadüfen projelerde de aynı grupta olduğumuzdan yakın bir arkadaşla başlamıştım üniversiteye. Arada Alp’le de görüşebiliyorduk, bazı derslerimiz ortaktı. Yeni insanlar da vardı tabi. Işıl, Ahu ve Orkun’la tanıştım ilk gün matematik sınıfında. Işıl ve Orkun’la da proje gruplarında aynı grupta olunca daha da yakın arkadaş olduk. Yine mimarlık derslerinden Harun, Ebru, Sedat, Azra da grubumuza katıldı. Ders çıkışlarında, ders aralarında hep Taksim’deydik. Bak sen! Liseye başladığımda İstanbul’u hiç bilmeyen ben her gün İstanbul sokaklarında... Şaka maka çok sevmiştim İstanbul’u. Adadan taşındığımızda zor gelmişti; ama şimdi buradan asla ayrılamayacağımı biliyordum. Tercih listemde İstanbul dışı hiçbir tercih yoktu hatta. Nerden geldiyse bu İstanbul aşkı da bilmiyorum.
Arada birini unuttuğumu farkettim. Sahra... Çocukluk arkadaşım, beni benden iyi tanıyan insan. Onu niye bu kadar seviyorum, bilmiyorum. Belki kusurları olduğu için. Gerçi kusurlar için kesin çizgiler de çizemem ben. Kusurları ve hataları olan insanlar bana her zaman daha gerçek geldiler çünkü. Ütopik insanlar istemedim çevremde, gerekirse kusurları olan gerçek kişilikler. Sahra da Yeditepe Üniversitesi’indeydi, sosyolojide. Üniversiteye başlayınca Sahra’yla daha sık görüşmeye birbirimizin üniversitelerine gelip gitmeye başladık. Bu sayede Feray’ı da görebiliyordum. Sahra bana iyi geliyordu, çünkü beni yargılamıyordu hatalarımda.
Konu çok karışık olunca arada dağılıyor farkındayım. Düz bir çizgi halinde bütün yaşadıklarımı, herkesin duygularını, düşüncelerimi anlatamam. Zik zaklar çiziyor bu hikaye spiraller, eğri büğrü çizgiler... Kolajlar olur ya bir köşesi karalama, bir köşesinde kumaş parçaları, kağıtlar, düğmeler, tüyler, süngerler, geometrik şekiller... Bir sayfayı çevirip arkaya bir şeyler yazmak söz konusu değil, böyle işte dönüşler; virajlar... Mimarlık fakültesinin bana kazandırdığı bir betimleme tarzı sanırım bu da.
Üniversite hayatına geri döneyim şimdi de. Hayatımın en eğlenceli 4 senesi. Evet, 4 senede bitirebildim. Okuması zor bir bölüm iç mimarlık. Antidepresanlarla geçiriyordum final dönemlerini, gözümüzün önünde haftalarca uğraştığımız, kafein komasına girmeden bitiremediğimiz projelerimizi yırtan hocalar falan oluyordu. Bu antidepresanları annemden gizli kullanıyordum tabiki, bilse telaşlanırdı. Yaratıcı olmak için zihinlerini özgürleştirmeye çalışıp bir yandan da o çalışma disiplinine girmek zor geliyordu.
Işıl’la birlikte yapıyorduk genelde projeleri o da Moda’da oturuyordu çünkü. Evlerimiz çok yakındı. Belki bir gün sahilde dolaşırken yan yana geçmiş bile olabilirdik. Zihinlerimizin gerisinde birbirimizin birkaç sene önceki hali duruyordu belki de.
***
Yakın bir arkadaşım oldu hep Murat. Dertleştiğim, gezdiğim, güldüğüm, eğlediğim... Işıl’la beraber olmaya başladılar üçüncü senemizin ortalarında.
Aşk olaylarına girdik yine, bitmez üniversite defteri. Sedat’la başlayalım. Çok ufak tefek bir durumdu aslında. Sedat inanılmaz iyi bir insandı; ama dedim ya ben hata yapan insanları seviyordum. Gençtim ve tehlike arıyordum ya da heyecan, aşk... Komik! Çok komik! Daha ne ister değil mi bir insan? Mükemmellik istemezmişim işte... O bana hiç yansıtmadı bunu; ama Sedat’ı çok kırdım büyük ihtimalle. Görüşmedik üniversite bittikten sonra, şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Zamanında Egemen’in gözlerinde Temmuz’a aşık olduğunu gördüğüm andaki ışıltıyı Sedat da benim gözlerimde Nihat’a aşık olduğumda gördü eminim. O kırgınlığı iyi bilirim. O ana kadar hissetmediği kadar terk edilmiş hissettiğini biliyorum. İşte o ışıltı çok başka bir şey, eğer gerçekten sevdiğin biriyse mutlaka görüyorsun; çünkü zamanında ezberliyorsun bakışlarını, gözlerini, yüzünün bütün çizgilerini. Öyle ki uzaktan baktığında yüzünü okuyabilir hale geliyorsun. Sana aşık olan her kişi bütün sırlarını çözüyor sanki, anlıyor kalbinde ne olup bittiğini. Zaten arkadaşlığımız ben Nihat’a aşık olduğum zamanlar çatırdamaya başlamıştı.
Ama elimde değildi; Nihat’a aşık olmuştum.
O, duygusal olmayı bıraktım diyen; ama bu cümlesinde bile duygusallık olan çocuğa aşık olmuştum.
Gülümsemesine en çok da...
Kazanovayı oynayacağım diye yaptığı acemiliklere, verdiği açıklara, kırdığı potlara aşık olmuştum. Beni çok yormuştu, benden gerçekten hoşlandığını bildiğim halde çok yormuştu. Yıllardır aşık olmayan ruhuma da iyi gelmişti bu. Ne zamana kadar iyi gelir, sonu ne olur diye düşünmemek çok güzeldi. Kalbime iyi gelmişti, yeniden bıçak sırtında olmak, heyecanlanabilmek güzeldi. Kim suçlayabilir ki beni bunun için, kim yanlış bir şeyler yaptığımı söyleyebilir? Kim 5 sene sonra ne olacağını sorgulayabilir? Nihat’ı seviyordum, çok da sevdim. Bitti, bir gün bitti... Uzun sürdü, üniversite bittikten sonra yazın ayrıldık onunla. Nerden baksan 3,5 sene. Üniversite, İTÜ, Taşkışla en çok Nihat’ı hatırlatıyor bana. Hayatımda şöyle geriye baktığımda “güzel anılar” aradığımda en çok Nihat’ın yüzünü görüyorum, en çok onun sesini duyuyorum. İyi hatırlıyorum... Ufuk’tan sonra yeniden aşık olmak, çıkmaz sokaktan çıkmak, nefes almak oldu çünkü benim için Nihat. Aşık olabildiğimi hatırladım.
Aşk hikayeleri değil aslında benim anlatacağım şeyin merkezi; ama kendimi anlatırken “aşk”tan bahsetmezsem bir yerim hep eksik kalacak biliyorum. Kendimi ne kadar anlatırsam anlatayım, yeterince ifade edemeyeceğim. Sevebilme yetim olmadan, bu yetimi anlatmadan ben, ben olamam. O yüzden lisedeki komik aşk hikayelerimi bile anlattım. Belki sıkıcı, belki değil... Şunu biliyorum, hayatımda sevemediğimi hissettiğim an içimden bir şeyler kopuyor. Aşk’ı vurgulamak istiyorum...
Arkadaşlıklar... Ajda... Demiştim, ilk gün bana soğuk gelen o kız çok yakın arkadaşım, sırdaşım oldu diye. Sahra gibiydi çünkü, yargılamadı hiç beni. Sezgilerimle, kalbimle hareket ederken “Neden?” diye sormadı bana, anlamaya çalıştı, akıl verdi, destekledi. Ders programlarımızda ortak bir boşluk vardı perşembe günü. İşte lise boyunca farkedemediğim o kızı perşembe buluşmaları yakın bir arkadaşım yaptı. Dahası o hayatımın dönüm noktasında bir kenarda durup bekliyordu, yol göstermeye çalışıyordu. Oysa o zamanlar bilmiyordu, hiç bilmiyordu; virajı almış olmam doğru muydu, yanlış mı? Kimse bilemezdi, henüz ben bile bilmezken...
Arda’yla konuşuyorduk yeniden, o sene üniversite sınavlarına yeniden hazırlanıyordu. Ben biraz sınav koçluğu yapıyordum ona. Arda’nın hayatımda kemikleşmiş bir yeri falan yoktu artık, o an için nereye koymam gerekiyorsa o sıfatı veriyordum kendisine. Kimi zaman bana akıl danışan bir arkadaş, mutluluğumu paylaştığım bir dost, ilk aşk, eski komşu... Sahip olabileceği onlarca sıfat varken o benim için sadece Arda’ydı. Pek de bir önemi yoktu artık.
Sevmek beni tamamlıyor demiştim, aşık olmadan olmuyor. Sanırım Arda kendimi eksik hissettiğimde, sevgiye inancı azaldığında duvarı kuvvetlendirmek için tuğlaların arasına sürdüğüm harçtı. Donmadan bir köşede hep duruyordu, ne zaman içimden taşan duygularım yetmese duvarlarımı kuvvetlendirmeye Arda devreye giriyordu. Bir çeşit takıntı ya da hastalık olmalıydı. Karakterimi tanımlayabilmek için yardım aldığım bir kompulsiyonumdu. Tehlikeli ya da değil, bilmiyorum...
Hayatımdaki insanları anlatmaya devam edeyim. Orkun ve Ahu, bizim grubun çifte kumrularıydı üniversitenin son iki senesi. Geçen hafta evlendiler hatta, inanılmaz mutlulardı. Bazen düşünüyorum, hatta kıskanıyorum. Bu kadar büyük bir mutluluğu hakketmek için ne yapmalıydım ben, ne kadar çaba göstermeliydim? Nasıl bir alt metni olmalıydı ki hayatımın şu an oturduğum yerden kalkıp gidebileyim?
Ezgi’yle Berk yapamadılar bunu mesela, birbirlerini kırdılar, döktüler; parçaladılar, kanattılar. Onlar bunu hakketmediler. Lise grubumuzu dağıtan olay da bu oldu, aşk nasıl bir sürü insanı bir araya getirebiliyorsa bir yerlere savurabiliyor da, eksik bırakabiliyor da...
Mutluluk nasıl seçiyor bizi, neye göre karar veriyor gelmeye?
Osmanlı tarihi padişah dönemleriyle anlatılır ya ben de onun gibi kişisel odaklı anlatıyorum, farkındayım. Olaylar uçup gidiyor, duygular değişiyor; ama kişiler kalıyor çünkü. Onlar da kalacak böyle biliyordum. Üniversite bittiğinde yine yeni repliklerimiz olacak; ama o dudakların arkasında konuşanlar biz olacağız. Ondan kişi odaklı anlatıyorum hep. İsimleri, insanları anlatıyorum. Öyle de devam edeceğim.
***
Derin bir nefes alıp yavaş yavaş bugünüme gelmek istiyorum. O yüzden üniversiteyi de geride bırakacağım.
İç mimardım artık... En büyük hayalimdi bu benim! Yıllardır çabaladığım, kendimi anlatma şeklimdi. Mezun olmak çok güzeldi. Belki hayatım boyunca insanlara çok doğru sıfatlar verememiştim; ama ismimin önünde mesleğimi söylediğimde mutlu oluyordum en azından,beni mutlu eden bir sıfatım olmuştu. Şimdi hafif bıkkın, tam kıvamında bir ruh haliyle “Yapma lütfen, bu kadar da kaybetmedim.” diyorum. Omuzlarımı düşürmüş, gözlerimi devirmiş hafifçe gülümseyerek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder