7 Temmuz 2010 Çarşamba

4. BÖLÜMÜN DEVAMI

Bu halimi en çok kim mi severdi?

Üniversite bittikten sonra okulun düzenlediği gezideydik. Nihat’la ilişkimiz sallantıdaydı. Bir süre sonra ilişkinin kendini yenileyebilmesi için bir şeyler yapmak gerekiyor sanırsam, yoksa tavanı akıtan küçük kulübedeki tahta masa gibi çürüyüp duruyor içten içe bir şeyler. O günün sabah kahvesini masanın üstüne koyduğunuzda ise masa çöküyor; kahve dökülüyor, o çok sevdiğin kahve kupan da paramparça oluyor. Ne kahve keyfi kalıyor, ne bir şey... Ne masa, ne kahve, ne kulübe... Hangisini seversen sev, neyin yerine koyarsan koy, bütün yap-boz dağılıyor. Çıkıp gidiyorsun kulübeden, başka bir yerlere. Nihat’la evlilik hayali bile kurmuştum. Geleceğimde onu yanımda görmek güzel gibiydi. Belki 3,5 senenin alışkanlığı, onu silmek istemiyordum sahnelerden, böyle devam etsin istiyordum.

- Nihat! Gelsene.

- Plaj bu gece çok güzel, öyle değil mi?

- Evet, şezlonglara oturup bütün gece burayı izleyebilirim.

- İzleyebili-riz.

- Geldiğimizden beri pek fazla bir arada vakit geçiremedik.

- Son birkaç aydır, yanyana olmamıza rağmen fazla vakit geçiremedik birlikte. Sence de fazla kısa cümleler kurmuyor muyuz? Ne kadar az anlatırsak o kadar iyi gibi geliyor ikimize de?

- Değil, öyle değil.

- Yapma Zeynep. Şu an eminim, nasıl bir sıfatla olursa olsun hayatında benden fazla yer açtığın bir sürü insan var. Yerlerimiz daraldı, birbirimizin hayatında nefes alamıyoruz. Bu doğru değil, hem de hiç değil. Ne benim seni küçücük bir alana hapsetmeye hakkım var, ne senin beni. İçinde volta atacağımız bir hapishane avlusu değildir aşk.

- Öyle mi diyorsun?

- Evet.

- O zaman böyle devam etmenin de bir anlamı yok...

Nihat, bu kadar duygusal bir insan değil. Bu kadar duygusal bir bitiriş yapmaz, biliyorum. Tek bildiğim bir ay geçmeden kulağıma Nihat’ın Ahu’yla beraber olduğunun gelmesi. Yine de dediğim gibi Nihat’ı “iyi” hatırlıyorum. Hayatımın tepeme çökmesini bekliyorsunuz değil mi? Hayır, çökmedi.

Ben melek değilim.

Çok iyi bir insan da değilim.

Tamam, iyi bile değilim.

Nihat benden ayrıldıktan sonra arkadaşlarımla çok vakit geçirmeye başladım. Lise arkadaşlarımla, çünkü onlar iyi gelebilirdi en çok bana. Ajda, Murat, Alp... O yaz tatili her şeyi değiştirdi, güçlüydüm zaten. 8 yaşımda hayatımın iki önemli erkeğinin kaybıyla ayakta kalmıştım daha da güçlendim, çok güçlendim. Artık aşklarım bile bir garipti, sarsmayan aşk olabiliyor muydu?

- Nihat’tan ayrıldığını duydum.

- Evet, yani o benden ayrıldı daha doğrusu.

- Ne farkeder ki, bir ilişki tek yönlü bitmez hiçbir zaman.

- Bilmem, belki... Ama gittikçe güçleniyorum.

- Ben bile şu erkek halimle fazla güçlenmekten korkuyorum. Sarsmayan aşk da olabiliyor mu?

- Oluyor galiba...

- Yine de sarssın, parçalasın ister miydin?

- Bu sefer bütünlesin, bütünleşsin isterdim. Sadece “isterdim” de değil, bir süredir eminim sanki.

- Nasıl emin olabilir ki insan?

- Emin olamaz, sadece bilir.

- Evet, sadece bilir... Galiba ben de biliyorum bu sefer. Kırıp dökmeden güzelleştirecek gibi sanki değil mi?

- Güzelleştirecek gibi... Evet, bunu çok sevdim.

- Sadece “o” mu yapacak bunu, bir köşede durup izlemek mi istiyorsun? Hatta gözlerini bile tam açamayıp kısacak mısın?

İşte o an kalbim deli gibi atıyordu. Omuzlarımı düşürdüm, bakışlarımı devirdim, güzümde bir gülümseme vardı. Alın kırışıklıklarım belirginleşmişti:

- Hayır, ben öyle demek istemedim.

- Bu halin çok güzel, hafif bezgin, tam kıvamında.

- Ya, öyle mi? Beni sıkıştır böyle, sonra da arkana yaslanıp keyifle izle!

- Hayır bunları çok içten söylüyorum, acımasızca değil. Seni seviyorum ben Zeynep, gerçekten çok seviyorum. Bazen bilirsin, sadece içinde hissedersin, sevmekten alıkoyamazsın kendini. Sadece seviyorum.

- Alp... Ben de seni seviyorum, galiba bu sefer biliyorum. Çok iyi biliyorum.

Nereden biliyordum? Sadece hala içimdeki liseli kız gibi aşka inanıyordum, Alp’e aşık olduğuma inanıyordum. Nihat’ın hayatımda ondan daha fazla yer açtığım imasını Alp için kullandığını anladım tabi bir süre sonra. Son zamanlarda, Alp’le fazla zaman geçiriyordum, içimde ne zaman bir sıkıntı olsa Alp’i arıyordu gözlerim. Alp’e anlatmak istiyordum, MSN’i açıp Alp’i bekliyordum. Taşkışla- Orta Bahçeye gidip orda onun gelmesini bekliyordum, koridorlardan geçerken köşeden dönmesini bana doğru gelmesini bekliyordum, tesadüfler bekliyordum. Tesadüf dediklerim bu utanca rağmen beni aklayabileceklerdi çünkü. Çaba göstermeye utanıyordum; çünkü Nihat vardı. Alp’in yanına gidemezdim, Alp çıkmalıydı karşıma. Çıkıyordu da...

Eminim ki tesadüf de değildi. Sürekli karşılaşıyorduk ve ondan sonra ben Nihat’ın da gireceğini bile bile derse girmiyor Alp’le Taksim’de bir yerlere gidiyordum. En çok da Limonlu Bahçe’ye... Arka bahçede koltuklara yayılıp bir şeyler içiyorduk. Küçük Beyoğlu’nda portakallı malibu içmeye bazen de. Bir başka sevdiğimiz mekan da Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki Makarna Kafe’ydi. İşin güzel yanı buralar normalde hep beraber takıldığımızda gitmediğimiz yerlerdi. “Nereye gidiyoruz?” diye sorulduğunda ikimizden aklından geçerdi, birbirimize bakardık; ama asla söylemezdik oralara gidelim diye. Alp’le benim yerimdi, bizimdi çünkü onlar ve ben bunu çok seviyordum.

İnanılmaz derecede terbiyesizce mi geliyor? Sizce aldatmak mı bu? Evet çünkü bence aldatmak. Hatta aldatmanın en kötüsü. Bir başkasıyla yatmaktan daha kötü; başka biriyle sevişirken ona yatağını açarsın, hatta kendi yatağını bile değil, kendini açarsın ve ertesi gün gider birlikte olduğun esas adamla sevişirsin. Bir şekilde bu durumdan daha dengelidir, aldatmak istisna durumlar haricinde gerçekten aşık değilsen yani; iki eşit yer açmaktır hayatında iki kişi için. Hatta bazen beraber olduğun esas adama daha çok yer ayırmışsındır. İçten içe bir başkasına aşık olmak, hayatında en büyük yeri onun için açmak... En kötüsü.... Ben bunu yaptım... En kötüsünü yaptım...

Alp’i hayatıma aldıkça Nihat’a yer kalmıyordu. Saatlerce Alp’le telefonda konuşuyordum ve Nihat’a Ajda’nın Işıl’ın lafa tuttuğunu söylüyordum. Alp de bundan nefret ediyordu belki. Çünkü onun da arkadaşlıktan öte bir sıfatı yoktu, benim bir sevgilim vardı. Hatta onun da bir sevgilisi vardı, Gülay, Nihat gibi o da figürana dönmüştü. Alp de melek değildi. Hataları, korkuları, zaafları vardı. Hani hikaye kitapları olur ya içlerinde maketler olur; işte onun gibi. Kitabı açtıkça kahramanlar canlanır, gerçekçi olur. Alp de öyleydi benim için. Hayatımın gerçek yanı, güzel yanı, sevgi; aşk dolu yanı.

Hayata bakışaçısı etkilemişti beni en çok.. Yargılamayışı mesela... Kimseyi yargılamıyordu, kendilerine göre sebeplerinin olacağını söylüyordu mesela. Olayları sonuna kadar yargılar; ama insanları asla. Ona her şeyi rahatlıkla söyleyebiliyordum bu sayede. Beni anlayacağını, bir şekilde beni rahatlatacağını, yol göstereceğini; ama beni o yola itmeyeceğini biliyordum.

Benim olmak istediğim kişiydi o. Belki de aşk dediğiniz bu demekti; aslında olmak istediğiniz kişiyi bulduğunuz an tamamlanıyordunuz. Kendinizi dev aynasında görebiliyordunuz bu sayede. Hayal olmadığını anlıyordunuz, yapmak istediklerinizin. “Demek ki sahiden mümkünmüş.” Diyordunuz. Aşık olduğunuz kişi birdenbire imkansızı mümkün yapan kahraman oluyordu. Mucize yaratmış gibi...

Ben de onun gibi kimseyi yargılayamıyordum. Olayları, bilgileri yargılamak kolaydı; ama insanlara iyi-kötü diye kendi değer yargılarıma göre hüküm giydirmek saçma geliyordu bana. Kusur gibi görünen şeyler bunlar, belki öyleler, kime ne? Benim yapamadığım tek bir şey vardı, işte tam da bu yüzden Alp’in beni yargılamayışı hoşuma gidiyordu, ben kendimi yaptığım hatalarla yargılarken!

Bu nasıl bir çelişki böyle!

Kendimi yargılıyorum, deli gibi...

Hatalarımı, kusurlarımı resmen fosforlu sarı kalemle işaretliyorum, ünlem işaretleriyle çevreliyorum, daire içine alıyorum. Kazıyor gibi hem de kağıdın üstüne, kimi zaman arkasına geçecek kadar bastırarak ya da kağıdı yırtabilecek kadar... Kendime, bir tek kendime karşı bu kadar acımasızım ne yapayım; ama dedim ya o bunu yapmıyordu, bu yüzden de kolaydı; güzeldi. Ona karşı dürüst olabilmek beni çok rahatlatıyordu. Ona Arda’yı bile anlatmıştım:

- Sanırım ona aşıktım ben Alp; ama hayatımda o kadar kalıplaşmış bir yeri vardı ki başka bir yerlere koymak bana zor geldi. Çok mu keskin yerlere yerleştirmeye çalışıyorum acaba ben insanları? Onun ilgisini bile göremedim bu yüzden.

- Herkes hata yapar, hem zannettiğin kadar kolay bir şey değildir bir insanı farklı yerlere koyabilmek hayatında. Yine de kendine sorman gereken sorunun başka olduğuna inanıyorum ben: Bu hala değiştirmek istediğin bir şey mi Zeynep? Yani geçmişte olsaydı da şu anın farklı mı olsaydı diye düşünüyorsun?

- Hayır aslında... Bir dakika,bir dakika... Hiç böyle düşünmemiştim. Durumun yenilgi olması bana zor geliyor sanırım. Yani bugünümde Arda’yla hayal etmiyorum kendimi.

- Yani o zamanlar bir hata yapmasaydın da Arda’yı başka yerlere koyabilseydin hayatında yine de bugün hayatının böyle olmasını isterdin.

- Tabiki yine senin yanında olmayı isterdim Alp! Baksana şu duruma, inanılmaz bir insansın sen. Gerçekten böyle düşünmedim hiç, hata yapmış gibi hissetmiyorum şimdi kendimi.

Bunun gibi bir sürü şey yaşadım işte. Ne zaman bir konuda kafam karışsa Alp bana yeni bir pencere inşaa ediyordu, önüne saksıda çiçekleri, dantelli perdeleri de tamamlayıp harika bir bakışaçısı yaratıyordu. Beni o pencerenin önüne oturtmuyordu: “İstersen bir bak.” diyordu; ama ben oradan başka bir yere gidemiyordum. Ondan uzaklaşmam imkansızdı, evim gibiydi onun gözlerinin gördükleri... Onun ruhu benim yuvamdı.

Nihat elbette bu durumdan rahatsızdı. Ben Alp’in hayatımdaki yerinin istemsiz bir şekilde oluştuğu izlenimini yaratmaya çalışırken aslında o her şeyi çok iyi biliyordu. Aslında Nihat’ı hâlâ seviyordum ve bu Alp’in dantel perdeli penceresinden baktığımda o kadar da imkansız gibi gözükmüyordu.

Şimdi söyleyeceklerim belki garip gelecek, uygun olmayacak sizin değer yargılarınıza; ama ben bunları öğrendim yaşarken: Bir kişiye birden çok kere aşık olabilirsiniz; yeniden ve yeniden. Önce aşık olup sonra vazgeçip yeniden aşık olursunuz işte, bu kadar basit. Her ne kadar karışık olmasını seviyor olsak da her şey çok basit aslında. İkincisi şu: aynı anda birden fazla kişiye aşık olabilirsiniz. Birini daha az sevmek değil, basbayağı aşık olmak ya da başka türlü. Aşkın, sevginin çeşitleri de vardır zaten. Kalbimiz çok mu geniş, çok mu yer var? Birini hayatında en güzel yere koyabilirken bir başkasına aşık olabiliyor insan. İşte hiç belli olmuyor, elinize milyonlarca sıfat veriyorlar; bir sürü de insan. Etiketlemek durumundasınız bir süre sonra. En nefret ettiğim şey aslında, kesin etiketler... Çünkü çok yapıyorum, çünkü bir daha değiştiremiyorum; çünkü bir kişiye birden çok etiket yapıştıramıyorum.

Birkaç fincan kahve, dört peynirli tortellini ve portakal sulu malibuyla hayatımın baş köşesinde sakin sakin oturan Alp, Nihat hayatımdan çıktıktan sonra kıvrılıp masumca uyuduğu yerden kalkıp silkindi. Zaten hep orada olan biri, ruhumda yaşayan biri bana hiç acı vermeyebilirdi. Gerçekten böyle mucizevi bir şeyler olabilirdi.

Pembe diziye döndük artık. Cevabı tahmin edebilirsiniz.

Mucizevi şeyler olabilirdi...

Tabiki olmadı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails