30 Temmuz 2010 Cuma

9. Bölüm: Roller Değişiyor


Uzun uzun anlatıyorum, farkındayım. Özet geçilecek gibi değil ne yapayım. Zaten Alp konusunda başında söylemiştim, fazla heveslenmeyin diye. Yaklaşık 1 sene sürdü, yazıyla “bir” evet. Büyük heveslerle başladığım evliliğim, kısa sürdü. Yaşı benden biraz ileri olanların “Yeni nesil işte! Dillerini tutmayı bilmiyorlar!” dediklerini duyar gibiyim. Vallahi billahi değil, değil.. Felsefeye de vurmayacağım şimdi, ilişkide bir şeyler eksiliyor diye. İşin birazcık farklı yanları var ne yazık ki... Ben her şeye burnumu fazla soktum anlaşılan. Doğru yaptığımı sanıyordum, değilmiş.

Nazım Baba’yla yaptığım konuşmayı hatırlarsınız, düğünden önce. Alp’in kendisine baba demediğini söylemişti ve ben o saniye bu işi çözmeye adamıştım kendimi. Alp’le babasının arasını mutlaka düzeltecektim.

- Alp, hayatım.

- Efendim aşkım?

- Düğünden birkaç gün önce babanla konuşmuştum. Şimdi 10 ay sonra bunu neden söylüyorsun diyeceksin; ama kafamı kurcalıyor inan. Kafamda eviriyorum, çeviriyorum; mantıklı bir yere oturtamıyorum.

- Ne sormak istiyorsun?

- Sanırım babanla aranızda bir uçurum var. Bana kendisine hiç baba demediğini söyledi; doğru mu bu Alp?

- Zeynep konuşmak istemiyorum bu konuda, konuşma bitmiştir.

- Alp! Ne demek bitmiştir, artık karı-kocayız biz. Bir hayatı paylaşıyoruz; elbette kendimize ait alanlarımız olacak. Peki bu kadar kesin sınırlar şart mı? Yüzündeki çizgiler bile keskinleşti bu konuyu açınca, benden seni bu kadar üzdüğünü bile bile umursamamamı bekleme aşkım.

- Babam bir suçlu, o bir suçlu.

- Nasıl yani?

- Annemin içindeki yaşama sevincini o öldürdü. Annem onun yüzünden kaç kere intihar girişiminde bulundu haberin var mı senin? Kaç gece banyoda yerde bilekleri kesilmiş halde buldum onu haberin var mı senin? Tek başıma küçücük bir çocukken böyle bir manzara karşısında ne yaptığım hakkında fikrin var mı senin? Annem kendisini odasına kilitleyip çığlık atarak ağladığında yorganın altına saklanmak nasıl bir his biliyor musun? Sen sadece Nazım Baba’m aşağı, Nazım Baba’m yukarı! Ne biliyorsun onun hakkında, neresinden bakabiliyorsun olayların. Katil o, bir katil... İçimde neleri öldürdü biliyor musun?

- Alp!

Bu sırada Alp, büfenin üstünde ne kadar biblo varsa hepsini kırmış, parçalamıştı. Gümüşlüğün canımı da kırmıştı. Sinir krizi geçiriyordu, bu kadarını tahmin edemezdim. Yıllardır tanıdığım Alp, evlendiğim, aynı yatakta uyuduğum, seviştiğim Alp o gece bambaşka biriydi. Onu zaptetmem imkansızdı, bana göre oldukça iriydi. İnanılmaz derecede sinirlenmişti ve sinirini çıkaracağı biblolar bittiğinde sıra bana gelmişti.

İşte o gece, hayatımda ilk defa dayak yedim. Hem de öyle tahmin edebileceğiniz bir seviyede değil, kağıt üstünde anlatmam çok zor. Kolum kırılmıştı, boynum incinmişti, dudağım ve kaşım yarılmıştı, gözümün bir tanesi açılmıyordu, sıyrıklar, kesikler. Saçlarımdan tutup beni mutfağa sürüklediğini hatırlıyorum; ardından buzdolabına kafamı vurdu. Hala bağırıyordu, bir yandan da ağlıyordu:

- Ne bilirsin sen! Ne bilirsin!

- Alp, yalvarıyorum sana bırak artık beni!

Alp beni duyacak bir halde değildi. Bedenimde inanılmaz bir acı hissediyordum; o an hayatımı birlikte geçirmek için bir zamanlar her şeyimi verebileceğim insan tarafından öldürülmek üzereydim. İhanetti bu, ihanete uğramıştım; çok farklı düşünüyordum o an. Annem ne der diye düşünüyordum, babam beni görüyor mu diye düşünüyordum. O yüzden fazla yalvaramıyordum, sesimi çıkaramıyordum. Alp de ben sesimi çıkarmadıkça iyice sinirleniyordu; benden bir cevap alamadıkça daha da sertleşiyor, devam ediyordu. Canımın acısının yanında o kadar kırılmıştım ki bir ara ağzıma 4 peynirli tortellininin tadı geldi, midem bulandı. Öğürmeye başladım, belki de kafamı fazlaca sert vurmuştu bir yerlere Alp, kafamdaki görüntülerden o an ne halde olduğumuzu göremiyordum, direnemiyordum. Sadece kırılmış hissediyordum...

Alp çıktı gitti sonra evden. Ben yerimden kalkamadım uzun bir süre, “Ölür müyüm?” diye düşündüm uzun uzun. Ölsem annem ne yapardı, ona kim söylerdi? Cenaze törenim bile geçti gözümün önünden. İnsanlar arkamdan “İyi bilirdik.” diyorlardı, Alp hapse girmişti. Böyle bölük pörçük bir sürü görüntü geçti gözümün önünden. Sonra anahtarla kapının açıldığını duydum, tahminen bir saat falan geçmiş olmalıydı. Cenin pozisyonu aldım, iyice kapandım; çünkü Alp yeniden saldırırsa hiçbir şekilde karşı koyamazdım, zerre gücüm kalmamıştı. O an beni diri diri yaksa sesim çıkmazdı, boynumu büker; “Sen kimsin?” der gibi bakardım.

- Zeynep! Ne yaptım ben sana! Zeynep, Zeynep... Konuş benimle, Zeynep!

Alp Aydın

Nasıl anlatabilirim, nasıl somutlaştırabilirim anlayabilmeniz için bilmiyorum.

Sanki içimde milyonlarca kanser hücresi metastaz halindeydi son birkaç yıldır. Damarlarıma sıçramış, dolanıp duruyodu kanımla vücudumda. Her an beni ele geçiriyor, zehirliyor, içime bir saatli bomba kurmuş saniyeleri sayıyordu. İçim çürümüştü, beynimdeki bir ur gibi bulandırıyordu aklımı; bazı şeyleri unutuyor, bazılarını yaşanmamış sayıyor bazılarını da uyduruyordum. İnsanlar düşlüyordum, hayatımda var gibiydiler, beni çağırıyor gibiydiler. “Atla” diyolardı bazen; “Yoksa bir seni atarız, yüksekçe bir yerden.”. Kimi dostum gibi gözüküyordu, kimi açık açık düşmanım olduğunu söylüyordu. Hiç susmuyorlardı; ama cevap vermiyor, beni dinlemiyorlardı. Sadece kendi düşündüklerini söylüyorlar, “Soru sorma hakkı sadece bizimdir.” diye çığlık atıyorlardı bazen. “Kimsiniz siz?” dediğimde kahkahalarla gülüyorlar, sonra da şarkı söylemeye devam ediyorlardı.

Bazen “Baban nerede?” diye soruyolardı. “Öldü o.” dediğimde ellerinde siyah kalın bir defter beliriyor, uzun uzun karıştırdıktan sonra “Yalan söylüyorsun.” diye gürlüyorlar, “Sen bu cezayı hakkettin.” deyip anlamadığım bir şekilde beyin güçleriyle bana acı çektiriyolardı.

Bana acı verdiklerinde sırtım ve göğsüme binlerce iri iri çivi saplanıyor, içerilerde, derinlere bir yerlere kadar giriyorlardı. Sesimi bile çıkaramıyordum, kalbim sıkışıyordu çünkü tam o sırada hep, nefesim kesiliyordu. Derin derin nefes almaya çalışıyor hırıltılar çıkarıyordum; ama tam duyulmuyordu içimdeki o canavarın iğrenç sesinden. Yere yuvarlanmış halde kendimden geçiyordum sonra. Beynim karıncalanıyordu, duvara kafa atıp bu lanet uyuşmayı durdurmak istiyordum sadece; ama o kadar çok konuşuyordu ki o beynimin içinde bırakın kafa atmayı beynimi patlatsam bile kurtulabileceğimden emin değildim. Önce Zeynep’e yaptıklarımdan dolayı vicdan azabı çekiyorum, suçluluk duygusuyla kendimi cezalandırıyorum zannettiler. Oysa öfke ataklarım hiç bilmediği kadar gerçekti, çok şiddetlilerdi.

- Bilmiyorum ki... Diyelim ki gerçek değiller, nasıl acı verebiliyorlar bana? Psikolojik bir şiddetten bahsetmiyorum ben, fiziksel bir şey bu.

- Gerçekte acı çekmiyorsun Alp.

- Anne, emin misin? Ya bir gün acıdan ölürsem?

- Oğlum, o nasıl söz? Bak tedaviye başladın, doktorun iyileşeceğini söylüyor.

- Anne?

- Efendim oğlum?

- Ben hasta değilim ki, neyin iyileşmesinden bahsediyorsun? Başka bir şeylere ihtiyacım var benim anne doktora değil, vicdan azabından öldürecek kendi iç sesim beni.

Çok ciddi bir öfke problemim var, aptal mı sanıyorlar beni. Korkuyorum, çok korkuyorum. Bütün dünyamın birbirine girmesinden köpek gibi korkuyorum. Size biraz önce anlattığım insanlar halüsinasyon değil, şizofren değilim. İnsanları cidden kafamdan uyduruyorum; ama yine de onları görüyor gibiyim; çünkü biliyorum kendi suçlarımı, anneminkileri, babamınkileri... Yani öyle ki hayal olduklarını biliyorum; ama bu kadar büyük bir öfkenin başka açıklamalarını bulamıyorum, metaforlarımdan başka. Kendime ceza olarak yarattığım imgelemler sadece, hayaller. Şizofreni değil; ama öfke problemi gerçek. Uzun yıllar ilaç kullandım, Zeynep’ten nasıl olduysa hep sakladım bu öfke ataklarımı; nasıl olduysa o da hiç şüphelenmedi. Kendime zarar veriyorum aslında en çok öfke ataklarımda, kontrolümü tamamen yitirdiğim zamanlar oluyor. Hulk var bilmem bilir misiniz? Sinirlenince bir başkasına dönüşüyor, aynen onun gibi oluyorum; kıyafetlerim yırtılıyor. Aşırı bir güç ve adrenalin patlaması yaşıyorum. Hani o an önüme kim çıksa duvara yapıştırıp canını çıkarabilecek güçte oluyorum.

Genelde zararım sadece kendime oluyor, keşke daha da büyük olabilse; öyle cesur olabilsem ki diyorum bazen işimi bitirebilsem. Mesela bir yere, mesela kaloriferin borusuna yeni bileyenmiş tırtıklı bir ekmek bıçağını sıkıca bağlasam ve bileklerimi oradan hızlıca geçirsem, bir anda. Bıçağın tırtıkları bileklerimden içeri girse, kanatsa, parçalasa... Nabzımın attığı yerden tam, gebersem gitsem...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails