Konuşup duruyoruz birbirimizle, Ege, Metin, Oya, Gamze. Hepimiz mantıklı görünmeye çalışıyoruz, ölüm hakkında felsefik konuşmalar yapıyoruz; yine de hepimizin konuşurken gözleri doluyor. Eski fotoğraflara bakıyoruz, lisedeki, üniversitedeki. Sonra bir sene, altı ay, bir ay önceki... Fotoğraflarda Mert’in inanılmaz çöküşü, hayatta eğreti hale gelmiş olması içimize dokunuyor, diğerlerimizinse mutlu görümeye çalışması; ama gözlerindeki endişe derimizi tırmalıyor sanki. Kafamızı çeviriyoruz, birbirimize belli etmemeye çalışarak. Hepimiz farkındayız aslında birbirimizin neler hissettiğinin; yine de beton gibi güçlü durmak zorundayız. Annesi var, babası, eşi, kardeşi... Bizden önce onlar var çünkü, ağlamaya hakkımız bile yok.
Son zamanlarında “Benim acılarım hiç bitmeyecek mi, hiçbir şey bana iyi gelmeyecek mi?” diye sitem ediyordu. Hepimizin kulaklarındaydı yalvaran sesi; ama belli edemiyorduk, sağlam durmalıydık.
Beynimde bir sürü küçük ayrıntı, görüntü kalmış. Tabutun üzerindeki hazır/hazır değil kutucuklarının olduğu kağıt, mezarın hızlı hızlı kapatılması, kürek sesleri... Sonra bir başka mezarda toprağın deliklerinden girip çıkan böcekleri görüyorsun, vahşet gibi geliyor olanlar; sanki onu bir köşeye attık geldik, yaşamaya devam ediyoruz gibi. Ben içimden tekrarlayıp duruyorum:
“Beton gibi güçlü dur Arda Atasoy, beton bir duvar gibi.”
Tüm bunlar oluyor, evine dönüyorsun ve biraz değişmiş olarak hayatına devam ediyorsun. Elinde olanları bir bir düşünüp şükrediyorsun... Garip... Çok garip...
“Yüzüme bir maske yapıştırmayı sevemedim
Zamkın kokusu midemi bulandırdı hep
Ondan bu binbir renkli mutlu maskeyi hiç çıkarmadım bavuldan
Zaten hangi yolculuktu, neredendi
onu da unuttum gitti
İçimdeki o yaramaz ses
Hiç susmayı denemedin,
bir saniye durmadın
Beynimde sonsuz bir migren gibi
Ötenaziye olan özlemim gibi
Ve şimdi
Şimdi gitmeye karar verdin
Gürültülü şarkılarla bastırdığım o cızırtılı ses
Durduramam değil mi seni
Artık bitti
Her şeyin bir sonu vardı
Hadi tırman gökyüzüne
Uçan balonlar gibi
Ne ağırlık varsa korkmadan at
Git hadi...
Maskeni de al...”
Mert yazmıştı bu şiiri, eski haline. Mutlu haline... Çok sonra bulduk... Keşke saklanabilseydin Mert çocukluğuna, keşke...
Bazen diyorum ki her ölüm bir şeyler katıyor madem insanlara, benim ölümüm de öyle olacak. Belki her şey berbat olmuşken öleceğim ve birileri bundan bir şeyler öğrenecek, hayata dönecek ya da hiçbir şey olmayacak, öyle her şey olması gerektiği gibi devam edecek, bilemiyorum...
***
Böyle işte... Bir sürü insan giriyor, çıkıyor hayatınıza bir şekilde etkiliyorlar sizi; yaşamlarıyla, sözleriyle, terk edişleriyle, ihanetleriyle, ölümleriyle... Ben sadece kendi hikayemi anlatıyorum, beni etkileyen şeyleri, kendimi; evet en çok da kendimi. Anlatırken bazen kendime hak veriyorum, bazen de dudaklarımı kanatıyorum kendimden tiksindiğim zamanlar bile oluyor.
Bir şeyler anlatıyorum ben. Mükemmelliğin yanından geçmeyen defolu hikayemi... Olur ya bir malzeme biraz hatalı olur, ne bileyim dislokasyonlar mevcuttur; bazen kolaylaşır her şey sırf bunlar yüzünden. Benim hayatımda basit bir nokta hatası değil sanırım tüm bunlar. Öyle az buz defo değil yalnız, bildiğiniz boydan boya yırtık, çamaşır suyu lekeli...
***
Bir gün geldi, tam tarihi hatırlayamıyorum; bir Pazar günü olmalı, çıktım dışarı. Arabayla falan değil, Eminönü’nde buldum kendimi, sonra Tophane’de, Kabataş’ta... Adalar iskelesinin önünden geçerken gördüm beş dakika sonra ada vapuru kalkıyordu. O an cazip geldi, her şeyin başladığı yere gitmek.
Hani olur ya “Bir şey yapacaktım da unuttum.” Dersiniz bazen odanızdan salona geldiğinizde ve hatırlayabilmek için odanıza dönersiniz ya da bir şeyi kaybetmişsinizdir o gün geçtiğiniz her yerden bir daha geçersiniz onun gibi bir şeydi Ada’ya gitmek benim için. Belki de kim bilir bir suçlunun suç mahaline dönmesi gibidir.
Çocukken çok gittiğimiz Mehtap Pastanesi, iki katlı kırmızı bir binanın alt katı. Kendimi bildim bileli oradaydı, içeri adım atmaya biraz çekinerek girdim, yiyecek bir şeyler aldım. Bu çekincem Heybeliada’nın tamamı için geçerli...
Çok fazla gitmezdim aslında Adalar’a, birkaç kere liseden arkadaşlarla gitmiştik o kadar.
Heybeliada’nın çocukluğumun geçtiği yer olmasından öte bir yanı daha var benim için. Çok bakir bir yer gibi geliyor hep, belki de o yüzden fazla gitmeyi sevmiyorum, oraya fazla dokunmak, kirletmek istemiyorum. Temiz kalsın, çocukluğumuzdaki anılarla kalsın. Sevdiğim bir yeri kötü anılarla kirletmek cinayet gibi geliyor; çünkü ne kadar iyi şeyler yaşamış olursam olayım orada kötü olan kalacak aklımda.
“Tek bir mutsuzluk binlerce mutluluğu siler götürür.” kural bu.
Önce Deniz Lisesinin o taraflara doğru yürüdüm. Ardından top sahasının olduğu tarafa doğru. Bir ev vardı Su Sporları Kulübünün tarafında, biz küçükken viraneydi, şimdi harika bir yer olmuş. Eski gölge oyunlarındaki karagöz – hacivat’ın evlerine benziyor aynı. Zeynep’le en çok orada bir de pembe terk edilmiş bir ev ardı, orada oynamaya bayılırdık. Ada bizimdi, evet “sahiplik” duygusu vardı içimde adaya karşı.
Sevdiğimiz bir yer daha vardı Zeynep’le. Yol kenarına bir uçurum taş merdivenlerle aşağı inebiliyorsunuz, düşecekmişsiniz hissi verebilecek kadar dik ve aşağısı plaj gibi dar bir kumluk alanı var; ama el değmemiş ve ıssız, sessiz sakin. Ufak bir yer, manzarası harika...
Uzun süre orada oturdum. Hayatımı düşündüm, yaptıklarımı, kazandıklarımı, kaybettiklerimi... Mert’in ölümü kafamı oldukça karıştırmıştı. Bir anda aklım başımdan gidebilirdi ve ben düşündüm
“Silindiğinde delirmeye değecek miydi yaşadığım kadarı?”
Şımarıklık yapmaya hiç niyetim yok, eksiklikler ve yaşanmamışlıklar olsa da değerdi. Dünyanın en mükemmel insanı olmasam da değerdi. Delirmeye bile değerdi.
O gün bir karar verdim, hayatımda önemli insanlar için kısa notlar, kısa mektuplar yazdım. Onlarla ilgili büyük değişiklikler olduğunda yeniden yazacaktım ve sonra yeniden, yeniden. İyi yazamam aslında ben, sadece geldiğim noktayı görebilmeye ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir şeyler değişiyordu ve doğrusu ayak uydurmakta zorlanıyordum.
Sanırım Mert’in ölümünden sonra değişen, ters dönen, savrulan şeylere karşı hassasiyetim artmıştı. Kenarından köşesinden yakalamam gerektiğini düşünüyordum. Belki de gerçekten yakalayabilirdim. Yine de hangi seçimi yaparsam yapayım, kimden akıl alırsam alayım, mutlaka ters giden bir şeyler, kötü olaylar olacaktır. Hayat bu. Sanırım bu konuda tıkır tıkır işleyen tek yasayı Edward A. Murphy söylemiş zaten: Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Rahat olun, gitti de...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder