14 Temmuz 2010 Çarşamba

7,5. BÖLÜM: BİR GÜN HER ŞEY DEĞİŞİR

Üniversiteden bir sürü şey kazanarak mezun oldum, harika insanlarla tanıştım bir kere. Ait olduğum yerdeydim beş sene boyunca, son sene çalışmaya da başlamıştım zaten. İş dünyası hoşuma gitmişti. Biraz rahat bir insandım çünkü, ofisten çıktığım zaman işimin arkamda kalması hoşuma gidiyordu.

Hakan’la aynı yerde çalışıyorduk zaten. Nida’yla evlendiklerini daha önce söylemiştim. Suat müzmin bekar kalmaya kararlıydı, evlenmeye falan niyeti yoktu. Umut, Japonya’ya gitmişti; okulu bitirdikten sonra. Ayda bir geliyordu, bu da görüşebilmemiz için fırsat oluyordu üniversite tayfası olarak. Özge de ev arıyordu, tesadüfen üst dairemiz kiralıktı; oraya geldi. Böylece yakın arkadaşım olmaktan öte, her sıkıldığımda kapısını çalabileceğim komşum oldu.

Üniversiteyi bitirdiğim yaz ablam Orkun’la evlendi. Çok garip bir histi aslında, ablamı oldukça sahiplenmiştim. Babam da öyleydi tabi. Sert bir insandı babam, ama konu kızına geldi mi her kız babası gibi kedi olurdu. Zaten bu dünyada kural gibidir, sert görünümlü, sevmiyor gibi gözüken insanlar çoğunlukla kız babası olurlardı. Sanki dünya onlara sevebilmeleri için bir şans veriyordu. İlginç bir yer burası, ilginç bir dünya... Düğün günü bütün gün her şeye surat asmış, bağırmış çağırmıştı babam, yay gibi gergindi. Kız babası olmaktan gözüm korktu birden, oğlum olsa ne yalan söyleyeyim paşalar gibi yaşatırdım da ablamın gitmesi bile bu kadar zor gelmişken kızım olsa ne yapardım bilemiyorum. Hele de bu söylediğim “sevgisini gösteremeyen insan” tanımına bu kadar uyuyorken.

- Aa Arda! Ne bu surat, sanki seni kardeşlikten reddediyorum.

- Bilmiyorum abla, sana düşkünümdür biliyorsun.

- Canım benim ya, yürü gel bir kahve içmeye gidelim seninle.

- Kahve – sigara keyfi diyorsun.

- Tabi ya, şöyle abla kardeş...

Klasik abla – kardeş değildik aslında ablamla, aramız çok iyiydi. İlk defa ablamla içki içmiştim o derece, ailemden kopuk olduğum zamanlarda bile ablamla aram hep iyiydi. Şimdi sanki onu Orkun’la paylaşacakmışım gibi geliyordu, Orkun’u sevmediğimden değil de işte...

- Nasıl gidiyor durumlar?

- Kız meselelerini soruyorsan Gizem’le bir şeyler olacak gibi, belli olmaz yine de.

- Sen her türlü birini tatlım, daha doğrusu onlar seni bulur.

- Aman belamı bulmayayım da sonunda.

- Delisin Arda!

- Sen nasılsın, heyecan var mı?

- Olmaz mı? Evleniyorum!

- Ben yapamam valla evlilik falan.

- Görürüm seni, ben de lisede “Evlenmeyeceğim, ne çocuğu” diyordum, sonradan çocuğu olmasını istiyor insan.

- Üniversiteye geçtikten sonra ben de öyle düşünmeye başlamıştım aslında; ama evlilik... bilemiyorum...

- Bir sigara daha ver bakayım ablana. Annem deyip duruyordu ya şu sigarayı bırakmazsanız kapının önüne koyacağım sizi diye!

- Tabi biz abla – kardeş baca gibi tüttüğümüzden olabilir. Tek keyfimiz bu, şu dünyada. Onu da bırakamam valla.

Büyüdüğünüzü gerçekten anladığınız an, birlikte çocukluğunuzu geçirdiğiniz insanların evlenmesi oluyor sanırım, en azından benim için öyle oldu.

Bir de beni gerçekten büyüten şey Mert’in ölümü oldu. Liseden en yakın arkadaşlarımdan biri, kare as gibiydik. Bir gece, tamamen sağlıklıyken, tamamen mutluyken, yarın için bizimle buluşmayı planlıyorken, o an aklından kim bilir ne geçiyorken karşıdan gelen mavi bir passat çarpıp tüm hayatını şizofrenlerin çizdiği resimlere benzetiyordu, karmakarışık...

Mert iki aya yakın komada kaldı, haftada bir kere mutlaka uğruyorduk yanına lise tayfası olarak. Öylece, dünyadan bihaber yatıyordu, ertesi gün için planları vardı oysa. Eve gidince ne yapacağını düşünüyordu ya da bunun gibi bir şey...

İki ay sonra uyandı Mert, hafızasının bir bölümü uçmuş gitmişti. Lise 2’ye dönmüştü. 16 yaşından sonrası tamamen silinmişti, kendisine dair, çevresine dair, mesleğine, hayatına dair... Son 8 sene bende kaybolsa diye düşündüm bir an.

O kadar çok şey olmuştu ki son sekiz senede, kaybolsa ben de cehennemin dibinde bir yerde kaybolabilirdim. O kadar çok şey öğrenmiştim ki şu son sekiz senede... Bir film vardı hatta, Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Jim Carrey ve Kate Winslet’ın oynadığı. Ayrıldıktan sonra birbirlerini hafızalarından sildiriyorlardı. Jim Carrey, bu işlem sırasında vazgeçince Kate Winslett ona “Beni utancına sakla!” diyordu. O da çocukluğunda bir yerlere saklıyordu. Ben de utancıma saklasam son sekiz senemi, hatta bütün hayatımı... Çocukluğumun içine tıksam her şeyi... Silebilirler mi? Kurtarabilirler mi bir şeyleri? Umut var mıdır?

Keşke Mert de hatıralarını saklayacak bir şeyler bulabilseydi. Aşırı kafa karışıklığı onu en başta depresif bir duruma getirdi. Basit bir bunalım gibi gözüküyordu; ama neye, nereye ait olduğunu bilememesi, aynaya bakınca bu kadar nasıl değişebildiğini hayal edememesi, gerçeklikten bu kadar uzaklaşması onu majör depresyona kadar götürdü. Ünlü bir psikiyatrist şöyle der: "Depresyonda bardağın yarısı boştur ya da bardak zar zor görünür. Major depresyonda ise o bardak yoktur; su ve cam, tuzla buz olmuştur. Orada sadece yıkım vardır." Her şeyin birden bu kadar değişebilmesi, o bardağın nerdeyse tamamen dolu olmaktan bu noktaya gelmesi, bu kadar kuruyup kalması her şeyin... Hayretle, hatta dehşete düşmüş bir şekilde izlediğim bir durumdu.

Bazen hiç uyuyamıyordu, öylece pencerenin kenarında dışarıyı izliyordu, bazen bütün gün ayılamıyordu, ilaçların ve depresyonun etkisi olsa gerek. Her gün bir avuç ilaç yutuyordu, hiçbir zaman tam olarak iyileşemeyeceğini, sürekli ilaçlara bağımlı yaşayacağını biliyorduk, tabi siz buna yaşamak derseniz. Ben diyemiyorum, içim kaldırmıyor. Tam 10 kilo vermişti, bir insanın gözünüzün önünde eriyip gitmesi ve bir şey yapamamak o kadar zordu ki. Her gün gözleri biraz daha soluklaşıyor, daha boş bakıyodu. Annesi, Leyla Teyze de günden güne soluyordu. Öyle ki yemek yedirmek için bile saatlerce dil döküyordu Mert’e.

Dinlemiyordu üstelik, hiç kimseyi, hiçbir cümleyi... Kapalı gibiydi dış dünyaya... Her şey için kendini suçlayıp duruyordu, tüm suçu üstüne almış, mahkemesinde hem suçlu hem hakim olmuştu. Üstelik zerre acımıyordu kendine, verebileceği en ağır ceza, en işkenceli idam müstahaktı ona. Geçmişinde _hatırlayabildiği kadarıyla_ olan her şeyin cezasını en ağır şekilde çekmeliydi. Umutsuzluğu kanımı donduruyordu.

Sadece bir sene dayanabildi tüm bunlara, bir sene sonra intihar etti. Çekti gitti...

En yakın arkadaşlarımdan biri, hiçbir suçu olmadan, hiçbir belirtisi olmadan, sadece o gün yanlış yerde diye; böyle iğrenç bir sona mahkum olmuştu. Sadece birkaç saniyeyle... Keşke saklayabilseymiş çocukluğuna her şeyini, belki kurtulabilirmiş...

Bir insanın hayatını değiştiren şey ölümdür, istisnasız; herkes yakınlarından bir ölümü yaşadıktan sonra değişir. Daha çok sevmeye başlar kimileri ya da daha çok ağlamaya, uysallaşır ya da tam tersi... Hiç şüphem yok biliyor musunuz, ölümle yaşamın birbirleriyle can ciğer kardeş olduklarına. Öyle siyah – bayaz gibi iyi- kötü temsili değil. Biri ailenin gözdesi, öteki günah keçisi değil... İkisi de iyi aslında, çünkü sevgi sadece ölümün varlığı hissedildiğinde anlaşılıyor; eğer hepimiz sonsuza kadar yaşasaydık, hoyratça kırar dökerdik birbirimizi. Hep zamanımız olurdu tamir etmek için, kibar davranabilmek için, yeniden ve yeniden kırabilmek için... Ölüm derimizi porselenden yapıyor, her an kırılabilir, tamir edilemeyebilir. Ölüm olmasa, o sonsuz zaman dilimi anlayışa da yetmezdi, nasır tutardı bu düşüncelerin hepsi... Meğerse sevgi dar zamanlara sıkıştırıldığı zaman sevgiymiş. Hep öyle değil mi? Kaybedeceğimizden korkmadığımızı anladığımız anda ihmal etmiyor muyuz sevgimizi, sevdiğimizi... Sanki sonsuza kadar yanımızda kalabilirmiş gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails