Ertesi gün öğlene kadar uyurum diye düşünüyordum; ama bir saat kadar falan uyumuş olmalıyım.Gerisi kısır göngü: tavana bakıyordum, yataktan kalkıp camdan dışarı, balkona çıkıyordum, yatağıma geri dönüyordum ve tekrar tavan, camdan dışarı, balkon... Bir saat böyle sıkışıp kaldıktan sonra saat 9.30 suları dışarı çıkmaya karar verdim. Biraz yürümek iyi gelir gibi geliyordu.
- Oğlum derse mi gidiyorsun?
- Hayır anne, biraz yürüyeceğim sadece.
- Kahvaltı yap öyle çık yavrum, sen salona beş dakika geç otur ben sana patatesli omlet yapayım sen seversin.
- Dönünce yaparsın olmaz mı? Biraz hava alayım ben, gelirim bir saate falan.
- Peki Arda, gazete al gelirken olur mu canım?
Sahile indim, yürüdüm, yürüdüm... Düşünmemeye çalıştım, hızlı yürüdüm o yüzden hatta bir süre koştum. Yol ayağımın altından kayarken rahatlıyordum çünkü; beynim boşalıyordu. Nefesim kesildi bir süre sonra, midem yanmaya başladı. Oturdum biraz, durunca beynimi dinlemek zorunda kalmıştım. Tam olarak ne düşündüğümü de bilmiyordum aslında, gitmek mi, onun gitmesini mi, gitmemesini mi?
“It's not like you to say sorry, i was waiting on a different story
This time i'm mistaken for handing you a heart worth breakin'
I've been wrong, i've been down, been to the bottom of every bottle
These five words in my head scream "are we having fun yet?”
Nickelback beynimin içinde bağıra çağıra bunu söylüyordu, nefes bile almadan, durmadan, sekteye uğramadan...
Geçmişe fazla mı bağlıydım? Bir şeyler beni rahatsız mı ediyordu? “Yaşanmamışlık” aklımı mı kurcalıyordu? Bazen olur ya hani, bir işaret istersiniz. Neler olduğuyla, neden bu kadar etkilendiğimle ilgili bir işaret istedim sadece. Bir şey olsun ve birden bir şişek çaksın aklımda istedim, uyanayım, tek bir kez, son bir kez doğru bir karar alabileyim. Bir dilenci gelsin mesela durdursun beni, baksın gözümün içine; öyle bir şey söylesin ki o an değişsin her şey. Tamam, saçmaladım, film sahnesi gibi oldu.
Ama bir işaret, neydi ki o işaret? Yanımdan geçse farketmeyebilirdim; ama olmalıydı işte, bir şey olmalıydı. Bana deseydi ki eski Arda ol, eskisi gibi acımasız ve aklını önde tutan aşırı mantıklı adam ol; ona bile hazırdım.
Kimdim ben?
Neyi özlüyordum?
Silahlarını teslim etmiş ordu gibiydim, hem de hiç direnmeden. Derler ya “Vur ensesine al ekmeğini” diye öylece uysalca. Her şeyimi teslim etmiştim dost mu düşman mı bilmediğim, suretini göremediğim birine. Eskiden silahlarım vardı benim, güçlüydüm, daha güçlüydüm. Zayıf yönlerimi göstermezdim kimseye, güçlü olmak benim için önce gelirdi. Ne oldu şimdi? Sonsuza kadar yanımda mı kalacak herkes ki indiriyorum kalkanlarımı çevremdekilere karşı?
O an Duygu’dan nefret ettim, o bunu bilerek yapmıştı. Şimdi her şey yerine öyle bir oturuyordu ki... Kendi kendine beni seçmişti, kafasında yaratmıştı her şeyi. Benim öyle olmadığımı öğrenince de tek bir yol denedi: beni değiştirmek...
Hani derler ya öyle, önce birini yaratırsınız kafanızda ve ona aşık olursunuz. Ardından birini bulur ve o zannedersiniz, öyle olmadığını anlayınca da elinizdekini değiştirmeye, beyninizdekine uydurmaya çalışırsınız, direnirsiniz. Tabiki hiçbir zaman tıkır tıkır işlemez tüm bunlar. Yahya Kemal’in Mehlika Sultan’ı ya da biraz daha güncel düşünürsek Anathema’nın Angelica’sı gibi:
“Where are you tonight?
Wild flower in starlit heaven
Still enchanted in flight
Obsessions lament to freedom
A timeless word, the meanings changed
But i'm still burning in your flames,
Incessant, lustral masquerade,
Unengaged, dimlit love didn't taste the same
And i still wonder if you ever wonder the same
And i still wonder...”
Beni yönlendirirken aslında aldığım kararları etkilerken yavaş yavaş kendisi gibi düşünmemi istiyordu. Fikrimi soruyordu; ama sonunda onun istedikleri oluyordu ve ben de en sonunda onun duymak istediği cevapları vermeye başlayan ideal sevgilisi olmuştum. Favori şarkılarımızı, mekanlarımızı, kitaplarımızı, hatta arkadaşlarımızı bile o belirlemişti. Belki onun sevme tarzı buydu; ama benimkisi kesinlikle hükmedilmek değildi.
Nida iyi yönde değiştiğimi söylemişti, “iyi yön” neresiydi, kim belirliyordu ki bunu. Pek şüphe yok ki benim hayatımdaki bütün yönleri Duygu belirliyordu. “Her şeyim var.” Diye geziniyordum ortalarda, evet “her şey” olduğu kesindi ortada ama “benim” diyemiyordum. Şu an vücudum tanımadığı bir mikroorganizmaya karşı milyonlarca antikor üretiyor gibiydi ve biliyordum ne zaman öldürürsem onları yine bir şeylerim eksik kalacaktı. Ama lanet olsun, biliyordum aslında öteki türlü de uyuşturulmuş gibiydim. Kendim olmadan sanki biraz makyajla bir sahneye entegre edilmiştim, kendimi kabul ettirmek için yalvaran gözlerle bakıyordum tablonun diğer üyelerine. Duygu da makyajımı yapan, gerekirse maskemi takan sahtekar makyözümdü.
Zaten ne zamandır doğru dürüst hiçbir şey paylaşmıyorduk. “Ben kimim?” diye sorduğumda kendime verdiğim cevapların hiçbiri Duygu’yla uyuşmuyordu. İşin kötüsü benim cevaplarım onun umrunda da değildi, karakterim onun için çok da önemli değildi. Bir insanı ezmek ya da değiştirmek için önemli bir taktikdir aslında, onun kişiliğini görmezden gelmek; yeteneklerinin ve düşüncelerinin aslında önemsiz olduğunu hissettirmek. Nasıl olsa gün gelip bırakır böylece o insan kendi olmayı...
Ya benim gibiyse?
Övünmek gibi algılamayın; ama ya diğerlerinden daha zekiyse?
Ve bir şekilde ufacık bir tetikleyiciyle her şey kafasında yerli yerine oturursa ve birden O’ndan soğursa?
İnsan ne istediğini bilmezse hayattan huysuz olur, hiçbir şeyden mutlu olmaz. Zanneder ki her mutluluğun altından kötü şeyler çıkacak, zehir eder böyle böyle hayatı kendine. Ben bu hastalığa yakalanmıştım çoktan ve belki de hayatım hep böyle geçecekti.
Gonca’ydı adı... Duygu’yu onunla aldattım ilk, sonra Funda, Beril, Melis, Zehra... Duygu suçluydu çünkü ve ben de kendimi bu şekilde rahatlatıyordum. O bunu hakketmişti.
- Savunmayacak mısın kendini?
- ...
- İğrenç bir insansın!
- ...
- Lanet olsun!
Tabi Duygu da anladı her şeyi er geç, biliyordum aslında içten içe kendisini suçluyordu. Ne yaptığının bal gibi farkındaydı ve benim de bunu anladığımı biliyordu, çocuk değildik. O bir oyun oynamıştı ve kaybetmişti.
***
Duygu’dan sonra hayatımda bir süre kimse olmadı. Yakın arkadaşlarımın da beni onaylamadığını ve hatta içten içe kınadıklarını görebiliyordum; ama elimden gelen bir şey yoktu. Duygu’ya bu yaptığım içimi rahatlatmıştı garip bir şekilde gururumu kurtarmıştı. O beni değiştirerek, kontrol ederek beni aldatmıştı ve ben de bunu farkettiğimde onu aldatmıştım. O bir kadındı, aldatma şekilleri çok daha dolambaçlı, kurallı, oyunluydu; ben bir erkektim benimki bildiğim tek şekilde, basit ve fizikseldi o kadar...
Hayatımda kimsenin olmadığı 6-7 aylık sürede aileme yakınlaştım biraz, özellikle de ablamla aram çok iyi olmuştu ki bu üniversite sona denk geliyordu. Ailemle fazla yakın olmamıştım hiçbir zaman; ama gerçek olan bir şey vardı ki: aile önemliydi. Bazen diyorum belki de herkesin gözlerinde gideceklerini görmem bu yüzdendir. Yani sonuçta koşulsuz sevildiğini bilir insan ailesi tarafından, birinin kayıtsız, şartsız güvenebileceği; bağlanabileceği insanlar annesi ve babasıdır. Bundan sanırım, ailesine bağlanamayan adam kimseye bağlanamıyor kolay kolay. Hani der ya psikologlar çocukluğunuza inelim diye, eksik parça ailesiyle olan ilişkileriyse insanın bir şeyler hep ters gidiyor; oturmuyor yerine sahiden.
Biraz daha değişmiştim, lisedeki Arda değildim tabiki. Şöyle söyleyebilirim; Duygu’yla birlikteyken aptallaşmıştım biraz, kendimi düşünmeyi bırakmıştım; ama onun bana kattığı merhamet duygusuna minnettardım. Artık önemli şey mutluluk gibi geliyordu bana, ben mutluysam, çevremdekiler mutluysa etik kurallar biraz çiğnenebilirdi. Değişik geldi belki bu size, mükemmeliyetçiliği biraz azalttım diyelim. Her şey doğru olacak diye yemiyordum artık kendi kendimi. Her şey olacağına varır ve en sonunda hayırlısı olur diye düşünmeye başlamıştm. Mutlu olmaya çalışıyordum; çünkü ben mutlu olmadan ne sevdiklermi ne de beni sevenleri mutlu edebilirdim. Daha gerçekçi, daha sakin bakıyordum diyelim. Sanırım cidden olgunlaşmaya başlamıştım. Mantıklı olmak, duygusal olmak ve gerçekçi olmak arasındaki dengeyi daha iyi kurabilmeye başlamıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder