3 Temmuz 2010 Cumartesi

3. BÖLÜMÜN DEVAMI - II


Ufuk’la ilişkimiz bittikten bir sene kadar sonra eski bir defterimin arasında Ufuk’un çizdiği bir resim çıktı. Beni çizmişti, yüzümde yaramaz bir tebessüm vardı. O resmi görünce her şey birbirine girdi birden hayatımda. Arda, Ufuk... Beynim döndü, bir mektup yazmaya yeltendim. Şöyle bir şeydi:

“Hiç bitmeyecek değil mi?

Tamamen gitmeyeceksin hiç? Seni hep bir defterin arka sayfasında bulacağım. Yırtıp attıkça ben anılarımı sen bana geri döneceksin. Artık bundan sıkılmış olmam farketmiyor değil mi hiç? Bunun içimi inceden inceye sızlatıyor olması umrunda değil.

Git artık... O kadar çok zaman geçti ki ben senden gideli, ama sen hiç tam anlamıyla gitmedin buradan. Bu kadar sinmek zorundaydın sanki odama. Bu kadar sen olmak zorundaydı her şey. Odamın hayaleti olmuşsun farkında olmadan. Her şeyin olumsuz yanını görmeye başladım şimdi de. Hatta daha da kötüsü bunun için seni suçlamaya doğru gidiyor hayatım. Öyle bir karmaşa içindeyim ki. Sana da, ona da sayfalarca yazabilirim şu an. Kalbim kimsenin değil, benim bile değil. Tek bildiğim sana yazıp ona yazmaya cesaret edemediğime göre ona daha yakın.

Duruma bak, sana onu anlatıyorum. Öyle bir durum ki; senden istediğim kadar nefret ederim, sorun olmaz. Senin de umrunda olmaz zaten yüzüne bile söylesem, ama ondan nefret edip de içimdeki düğümü çözemem. Sen iyi ki çevremde değilsin. Bakma ben ne kadar “Tamamen gitmedin.” Desem de o bir anlık sinirle söylenmiş bir şey, burada değilsin bunu anlamak zor değil. Bedenin, ruhun, gölgen... her neyse...

Ama o burada...

Sürekli yanımda da bedenen, içimde...

Sen.. O.. İki basit kelime, iki basit özne. Biri başından kapalı öbürü zaten sonsuza kadar içinde kalacağım iki çıkmaz sokak. Üstelik oranın tek bir taşını kıramam, oradan çıkamam. Kaldırımda oturup mektup yazacağım. Üstelik öbür sokağa ithafen başlayıp olduğum yeri anlatacağım. Bir çıkmaz sokağa ötekini... Sana, onu...

İntikam amaçlı değil, yemin ederim ki değil. Zaten mektubun başında böyle bir amacım yoktu. Birdenbire gelişti her şey... Birdenbire... Hep öyle oluyor hayattta. Birden her şey dağılıyor. Ben kendimi bir kaldırımda oturmuş bunları yazarken buluyorum. Kimse yok, yazmaya yetecek bir ışıktan başka. Işığı umuda benzetmedim, eğer öyle düşündürdüysem seni açıklayayım dedim. Bu ışık bildiğimiz salt sokak lambasının ışığı. Bir tane sadece... O kadar...

Peki öteki sokak, senin sokağın, başından kapalı olan?

Başından kapalı değil aslında, oradan geliyorum. Orada çok mutlu olduğum zamanlar oldu; ama çıkmaz sokak, çıkmaz sokaktır; istisnası yoktur.

En büyük hatam bu oldu belki de. İstisnalara inanmak, gerçi önemi yok; artık inanmıyorum.

Çıkmaz sokak; çıkmaz sokaktır.

O yüzden oturdum kaldırımda yazıyorum. Sokağın sonuna yürümeye niyetim yok. Gerekirse hayatım boyunca otururum buraya, dayarım sırtımı soğuk bir duvara; yazarım.

Bir sokaktan, ötekine... Ya da bir hayattan... Bir aşktan hiçbir yere. Evet.. Şu an hiçbir sokağın hiçbir kaldırımında hiçbir şey yazıyorum. Hiç kimseyim.

İki özne... İki kişi... İki imkânsızlık; ama “O”radayım. “O”ndayım. Burada olmak istemesem olmazdım, mutlu bile sayılabilirim. Ondan nefret edemem çünkü. Senden de etmem, gerek yok, mühim değil artık.

Nerelerden nerelere geldi bu mektup böyle, iyi ki okumayacaksın.

Sen... O...

O... Evet... O... Çünkü O’nun çıkmaz sokağı senden bile önce vardı. Keşke çıkmaz sokak olmasaydı da sek sek oynaya oynaya girseydim o sokağa o yaşta... Küçük olmayı becerebiliyorken hâlâ...”

Çok hastalıklı! Bu mektup çok kötü! Resmen takıntılı... Biraz iğrenç hatta... Utandım resmen kendimden utandım yazdıktan sonra. Arda’ya bir özür borçluydum. Ben kim oluyordum da onu Ufuk’a anlatıyordum? Arda’ya yine imzasız, pulsuz, zarfsız ve onun asla okumayacağı bir mektup yazdım bunun üstüne.

A...,

Hala beni bıraktığın o çıkmaz sokağın içindeyim. Hani sana çıkmasını umduğum sokağım, başka bir sokağa ait hissedemedim kendimi. Neşe içinde oynayan çocuklar, dedikodu yapan ev kadınları... hiç öyle bir sokağım olmadı senin sokağından çıkamadım. Hep o sokak lambasının altında kucağımda kocaman bir defter bir şeyler yazdım, sonra yırttım attım, yırttım attım... Hiç iyi bakamadım sokağa anlayacağın. Görseydin kızar mıydın?

Beni abartmakla suçluyorsun değil mi şimdi? O kadar da kötü olmadığımı söylüyorsun. Ben kötü bir insanım sevgilim, bunu bile bile yapıyorum. Bu sokaktan yazdığım ilk sayfa içinden intikam taşan iğrenç bir mektuptu. Evet aslında başlarken öyle bir amacım yoktu. Sadece eski bir aşka mektuptu. İçimeki zehri ya da bu sokağı keşfedene kadar... Gerisi intikam, kabus... hem o mektup kimeydi? Ona ithafen başlıyodu, uzun uzun seni anlatıyordu. Görüyor musun işte? Kötüyüm ben...

Ama ne yapayım?

İçimden taşıyorsun, seni koymadan edemedim. O sokağı anlatmadan edemedim. Çünkü bir gün biliyorum bir gün... evet aşkım bu sokak artık bana ait olmayacak, çıkmaz sokak olmayacak. Ne zor! Benim kendime yeni bir sokak bulmam gerekecek. Ama hiçbir kaldırıma yaslanamayacağım, hiçbir ıssız sokak bu kadar güvende hissettiremeyecek bana kendimi. Hep diken üstünde, gözyaşım gözümde tetikte bekliyor olacağım. O güne kadar ufacık bir hatıra daha bıraksam buradan, bir tanecik daha... ilerde kanıtım bile olmayacak, zihnimde bile canlandıramayacağım. Yine de sen hiç merak etme...

O gün geldiğinde...

O gün inanılmaz güzel olacağım. Etrafa sahte gülücükler saçacağım. Sen bile gerçek sanacaksın. Hiçbir şeyi berbat etmeyeceğim. Hatta her şeyin harika olması için dua bile edeceğim.

Gerçi benim duam tutmaz, kusura bakma sevgilim.

Tutsaydı ben sana bu mektubu yazıyor olmazdım zaten... rüyama gel, n’olur...

Hoşçakal

İsmi bana yabancı ama herkesin bildiği sevgilim... ”

Günah çıkarma gibi oldu bu. Kendi kendime suç işleyip kendi kendime özür yazısı yazıyordum. Komik, ironik... Bu mektupları hâlâ duruyor olmalı bir yerlerde, atmadım onları. Kimse bilmiyor; ama ben saklıyorum. Lisede başlayıp birkaç yıl önce yazmayı bıraktığım günlüğüm, hayatımın karalama defteri. Uzun yıllar yazdım, çok şey yazdım. Şiir, mektup, şarkılar bazen... Coldplay’den Trouble mesela...

“and i never meant to cause you trouble
i never meant to do you wrong
and ah, well if i ever caused you trouble
oh, no i never meant to do you harm”

Bir gün öyle bir şey oldu ki, hayatım öyle bir değişti ki, yazmamın bir anlamı kalmadı artık. Hele de o günlüğe. 1-2 sene önceydi, çok değişti. 28 yaşındayım şimdi, 26-27 yaşlarındaydım. Anlatacağım, henüz çok erken; önce başka şeylerle devam etmeliyim. Liseden ufak ufak çıkmanın vakti geldi sanırım.

Sevgi... Aşk... Benim için inanılmaz önemliydi. Hemen bir solukta onları anlatmamdan belli değil mi? Aşk hikayelerimi özlemişim galiba. O zamanlar Arda’nın da benim önem verdiğim şeylere önem verdiğini sanırdım. Dünya benim için nasıl sevginin çevresinde dönüyorsa onun için de öyle olmalıydı. Benim en büyük gücüm nasıl sevebilme yetimden geliyorsa, Arda da böyle güçlü bir insan olarak geçiyordu aklımdan.

"Dünya döner bir gün daha
Yeryüzünde aşk durdukça
Gece erken inse bile korkma
O hep seninle kaldıkça"

Aslında lise benim için bundan öte bir sürü şeyin yaşandığı bir yer oldu. Demiştim ya hani ilk gün o masada birlikte oturduğum insanlar kim bilir nasıl yerlerde olacaklar 4 sene sonra diye. Lise bittiğinde hepsiyle hikayelerim olmuştu, hiç beklemediğim hikayelerim...

Berk’le Ezgi mesela. Çok seviyorum ikisini de, onlar da birbirlerini seviyorlardı. Belki de aralarındaki aşka bu kadar saygı duyduğumdan... İlk gün Feray’ın Berk’e karşı ilgisi olduğunu düşünmüştüm mesela. Vardı da, kendi hayatım söz konusu olduğunda acemiydim evet ama başkalarının aşk meşk meselelerinin Güzin Abla’sı olmuştum. Feray deli gibi aşıktı Berk’e, Ezgi’nin hiç öyle bir düşüncesi yoktu. Sonra bir şeyler oldu, bir okul gezisiydi sanırım. Her şey birbirine girdi. Pembe diziye döndük gerçekten... Gülçin sonra, ilk gün sessiz sakin diye anlattığım kız başıma neler açtı.

Rock bar diye beni götürdüğü yer komik haber başlıklarıyla ifade edersem tam bir “uyuşturucu batağı”ydı. Böyle şeyler de gördüm ya! O garip insanlarla tanıştım, Gülçin uyuşturucu kullanmıyordu evet; ama o “garip” insanların arasına girmek için her şeyi yapardı. Doğukan vardı sevgilisi, benimle ilgileniyordu çocuk. Tabi ben saf ve flörtöz tavırlarımdan dolayı biraz geç anlamıştım durumu. Gülçin’in Doğukan’ı kıskanıp çantama kokain koyması mı dersiniz, o geceyi nezarette geçirmem mi, annemle deli gibi kavga etmem mi... O geceden sonra Gülçin’den elimden geldiği kadar uzak durdum. Tabi ne o ne Doğukan benden uzak durdu. Gülçin’in arkamdan çıkardığı binbir tane dedikodu... Hepsiyle uğraş dur, şimdi saçma geliyor; umrumda olmamalıydı. Gençlik...

Feray! Dünya tatlısı, geveze kız... En yakın arkadaşlarımdan. O olmasa bu kadar şeyi nasıl atlatırdım bilmiyorum. Yani atlatabildiğim kadarından bahsediyorum. Ezgi ve Feray’ın aralarını düzeltmek için az arabuluculuk yapmadım, ne komik işlerle uğraştım bir bilseniz... Sinan var tabi bir de, sarışın küçük oğlan çocuğu demiştim ona. Şimdi görseniz gülmekten ölürsünüz, basketbolcu ağabeyimiz. E öyle olunca da oldukça gelişkin bir vücudu var. Büyüdük, evet çok büyüdük. Değiştik, döndük, parçalandık, birleştik, yandık, donduk... Büyüdük... Sinan’la hâlâ görüşüyorum, üniversite boyunca koptuk biraz; ama sonra tesadüfler onu yine hayatıma soktu. Üniversite hayatınaysa geliyorum şimdi, durun biraz. Ajda... İlk gün soğuk bulduğum kız. En yakın arkadaşım, canım, hayatımın en güzel yanlarından biri. Nasıl o hale geldi anlatacağım, bizim hikaye öyle birkaç cümleyle bitmez. Cevaplanacak çok soru var... Alp! Onu da çok farklı konumlara getirdi hayat... Çok şey var anlatılacak. Berk, Feray, Ezgi, Sinan, Ajda, Alp, Arda... Hakan ve Tuna, Gülçin’in en yakın arkadaşlarıydılar; dolayısıyla benim hayatıma bir daha almamak üzere sildiğim insanlar. Başımı daha fazla derde sokmak istemiyordum. Bir de orkestradan bateristimiz Murat. Diğer grup elemanlarıyla koptuk zamanla; ama Murat’la aynı bölümdeydik üniversitede.

Milyonlarca saniye ve küçük küçük anılardan oluşan lise de böylece bitmişti. Çok özledim o ortamı zamanla, çok aradım. Yine de yeni şeyler güzeldi, yeni bir hayat...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails