5 Temmuz 2010 Pazartesi

3,5. BÖLÜMÜN DEVAMI

Son iki sene bıraktım yatakhanede kalmayı. Zaten özgürlüğümü elde etmiştim artık, bundan sonrası kontrol edilebilecek bir şey değildi. Sevdiğim ve sevmediğim yönlerim vardı; ama yine de karakterim şekillenmişti artık. Doğru ya da yanlış, siz sevin ya da nefret edin; Arda Atasoy buydu. Duygusuz, ama güçlü; acımasız, ama zeki; kibirli, ama sahip olduğu çok şey olan biriydim ben.

Birkaç önemsiz ilişkim oldu lisenin ilk iki senesinde. Bizim okuldan, yakın çevrelerdeki okullardan, tanıdıkların tanıdıkları falan... Hiçbirinden de pişman değilim, hiçbirine de aşık değildim zaten. Kendimi kaybedip de kontrolümü vermedim kimsenin eline. Lise 3’te birini sevmeye başladım gerçekten. Aşk... Aşık olacağıma inanmıyordum, ondan geçmiştim zaten ben. Nisan’ı seviyordum, yine aklıma başımdaydı yine de yanımda olması içimi ısıtıyordu.

Son iki seneyi ayırdım, biraz bir şeyler değişti aslında bende o sıralar. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Zeynepler bizi görmeye geldiler. İnsan heyecanlanıyor, çocukluk arkadaşımdı ve itiraf edemesem de lisenin başlarında aşık olduğum kızdı. Annem Meyra Teyzelere gittikten sonra Zeynep’i görmüşse anlatırdı bazen, güzelleşmiş diye. Aslında garip bir şekilde yakıştırıyordu bizi biliyorum.

Nisan’ı annemle tanıştırdığımda anlamıştım, “Zeynep kadar güzelini bulamadın gitti.” demişti resmen. “Zeynep, Zeynep, Zeynep...” anne yollarımız farklı, çok ayrıldı artık bilmiyor musun sanki. Ben artık farklı bir insanım, sahilde taş sektiren çocuk değilim; Zeynep’in romantik mırıldanmalarını dinleyecek çocuk değilim. O zamanlardan bile ayrıydı aslında; ama şimdi göremiyorum bile onun gittiği yolları. Nerede olduğunu bilmediğim bir hayata, bu kadar yabancılığa gerek yoktu. Benim hayatım kolaydı ve güzeldi zaten. Şimdi düşünüyorum da beni oraya buraya savuracak, meşgul edecek bir sürü şey olmuş lise hayatım boyunca. Yine de bir şeyler değişti; o gün Zeynep’le sohbet etmeye başlayınca özlediğimi anladım. Onun sesini, şen şakrak oluşunu, yeri geldiğinde mantıklı ve olgun cevaplarını, bakışlarını. İşte dolmasa da olur zannettiğim o boşluk, o gün içimde yerini bildiriyordu bana:

- Ben buradayım, gömemedin işte beni; başka bir şeyle tamamlayamadın. Sızlamaya devam edecğeim; artık vazgeç beni susturmaya çalışmaktan. Senden daha güçlüyüm ben, senden besleniyorum çünkü. İstediğim kadarını alabilirim; sana merhametli de davranabilirim tek bir şartım var: Gömme artık beni.

Kırmızı alarm gibi, artık dur diyordu bana. Artık bu kadar acımasız olma, değişmenin vakti geldi; artık nefes al, bırak kendini diye kulak tırmalayıcı çığlıklar atıyordu içimde. Sinirlerimi bozuyor, bazen midemi bulandırıyordu tüm bunlar. Yine de tamamiyle hazırdı iç sesime cevaplarım:

- İster beğen, ister beğenme... Ben böyleyim, boşuna alarm verme. Senin buradaki hiçbir şeyi değiştirmeye gücün yetmez, artık kabullen: Burada patron benim.

Tüm bu “Değişmeyeceğim.” inatlarıma rağmen en çok neden etkilenmiştim biliyor musunuz? Nisan’ın 1,5 senedir “Bir gün gideceğim.” bakışlarına karşılık Zeynep’in bu sabah gelmiş; ama “Hep burada olacağım.” bakışlarını. Hemen evi gibi kabullebilir miydi bir insan daha önce hiç gelmediği bir yeri. Sadece biri, tek birisi için, o orada diye tamamen yabancı bir evi bu kadar sahiplenebilir miydi? Bu kadar güvenebilir miydi insan tüm mantıklı düşüncelerini bir yana bırakıp yağmurun yağacağını düşünmeden sonuna kadar açabilir miydi pencereleri? Sadece ben varım diye Zeynep bunu yapabilir miydi? Kalır mıydı gerçekten yanımda? Tüm bunlara rağmen, onun bakışlarına rağmen bildiğim bir şeyler vardı. Beynimde kendi sesim bu sefer, düşmanım da değil, söyleyip duruyordu; her şey belliydi:

Yine de gidecekti...

Gitti... Daha önce de gitmişti.

Ben de gittim, belki daha bile önce gittim; bilemiyorum.

Önemi var mı?

Sonuçta böyle bir haldeyken her şey kimin haklı olduğunun önemi var mı?

Kimin haklı, kimin güçlü, kimin saf, temiz, kirli, suçlu olduğunun bu kadar önemli olduğu bir hayat bu. Giden kazanır, kalan kaybeder. Terkedilen yenilmiştir, acınasıdır. Savaştan, maçtan, sahadan ya da her neyse, neresiyse işte ondan; oradan mağlup ayrılmıştır.

“Teselli edecekse eğer itiraf edeyim

Yalnızlık sadece terk edilen için değil

Mutlu olacaksan eğer itiraf edeyim

Yalnız kalan sadece terk edilenler değil”

Aslında kimse bilmiyor ki; gece elini boşluğa uzatmaktır her şey. Bütün kavgalar orda bitiyor. Dediğim gibi birimiz gittik, önemli değil ve bana beton gibi güçlü durmam gereken bir krallık yaratma mecburiyeti kaldı sadece. Yine de o şarkıyı dinliyordum bazen.

“Oooh tonight, you killed me with smile

So beautiful and wild, so beautiful and wild.

Through the darkest night comes the brightest light

And the light that shines is deep inside

It’s who you are

Hiç alışamadım yine de, Zeynep’in yanında bir başkasını görmeye, asla. İçimde bir şeyler koptu, sızladı; alışamadım. Yanılmış olmaya alışamadım, Zeynep’in o bakışlarının bana ihanet etmiş olduğu gerçeğine hiç alışamadım.

İhanetin bir sürü tanımı var, bir sürü çeşidi. Yaralayanı var, parçalayanı, talan edeni... En kötüsü de inandığınız şeyleri yerle bir edenidir. Ben Zeynep’in gitmeyeceğine inanıyordum, bir başkasını severken bile. Zaten bir süre de hiçbir şeye inanmadım ondan sonra.

Diyordum ya herkesin bakışlarından bellidir gidip gitmeyeceği diye. Benim ilk yanılgım o olmuştu, belki de insan gerçekten sevince kendisinden başkasını göremiyordu onun gözlerinde.

Oysa söylemiştim ben, aşık olmasam da olur diye... Olurdu, yine yaşardım; ama olmadı işte... Kader...

Neyse konu çok dağıldı, bunlar çok çok sonraki meseleler...

***

Belki tahmin etmişsinizdir; yine de söyleyeyim: Senelerin verdiği “salaş yaşam”ın boşvermişliğinin sonucunda üniversiteyi, sınava ilk girişimde kazanamadım. Ne ÖSS stresi, ne kocaman bir sene yetti toparlamama her şeyi, hele takımdan kovulunca ciddi anlamda sinirlerim bozuldu.

- Arda! Kenara!

- Ne! Beni dışarı almanızın nedenini öğrenebilir miyim? Şu an en skorer oyuncu benim!

- Bana bak Arda Atasoy! İstersen Erman Kunter’in rekorunu kır, böyle oynamaya devam ettiğin sürece topa elini süremeyeceksin. Ya rakibinle dalga geçmeyi ve tek başına şov yapmayı bırakırsın ya da maç boyunca üzerinden eşofmanları çıkaramazsın.

- Bu takım çeyrek finale kadar geldiyse ve üç senedir şampiyonsa bu benim eserim. Benimle nasıl böyle konuşabiliyorsunuz?

- “Senin eserin” mi? Yürü git çocuk benim sinirlerimi zıplatma, yürü git. Adam gibi oynamayı öğrenene ve özür dilemeye karar verene kadar da gelme.

- Çok beklersiniz!

Öyle bir bağırmıştım ki o çeyrek final maçının ortasında koça oyunu bir süreliğine durdurmuşlardı. Elimdeki havluyu tüm gücümle yere atıp soyunma odasına girdim. Sırayı sinirle aynaya fırlattım, darmadağın oldu; çok sinirlenmiştim. Yine de farkındaysanız, klasik sinirlenme sahnelerindeki yumruğunu aynaya geçirme durumu falan yok. Kendime zararım yoktu, derdim kendi egomla değil; çevremdekilerleydi.

- Allah kahretsin!

Bir yandan küfür edip duruyordum, duş bile almadan giyinip çıktım hemen sonra ordan.

- Arda, oğlum ne oldu?

- Sorma anne, sorma. Ben duşa giriyorum.

- Ardaaa!

- Anne kes sesini!

Bir de hayırsız evlat oldum gözünüzde değil mi? Olsun artık ne yapayım. Bir hikayenin “kahramanı” olmayı bile beceremedim ya, hadi neyse... Sorun takımdan kovulduğumda soyunma odasında yaptıklarımdan apaçık belliydi, dedim ya derdim kendimle değil çevremdekilerleydi. Bir şekilde suç onlardaydı, kendimi kimseye affettirmeme, özür dilememe gerek yoktu. Suçlu olan onlardı, hoş özür dileselerdi bile affetmezdim.

“What I’ve felt, what I’ve known

Never shine through in what i've shown

Never be never see, won't see what might have been

You labeled me; i'll label you

So i dub the unforgiven”

ÖSS’yi kazanamadım demiştim; daha doğrusu kendime yakıştırabileceğim bir yeri kazanamadım. İyi sayılabilecek bir lisede okuyup da hedeflerimi küçük tutacak değildim. Hiçbir zaman küçük tutmamıştım zaten hedeflerimi; çünkü şu hayatta şımarık bir çocuk gibi hemen hemen her istediğimi elde etmiştim. İşte lisenin bana öğrettiği başka bir şey daha:

“Yeterince akıllıca oynarsam istediğim oyunun sonunda her şey benim olabilir.”

Ters köşeye yatmaya fazla alışık değildim.. Yine de hayata dişlerimi geçirmiştim, bırakmaya niyetim yoktu. Hayatım bundan memnun olsa da olmasa da istediğimi almalıydım. Hırslıydım ben, kendime zarar verebilecek kadar hırslıydım O yaşta gastritimin olmasından belliydi bu; gerçi anlattığım “salaş yaşam”ın değişmez üyeleri olan sigara ve alkolün de etkisi vardı; ama stres ve hırs birinci etkendi. Kişiliğim sağlığımı bozuyordu, ruhum bedenimi tırmalıyordu, acıtıyor ve kanatıyordu; gerçek anlamda bir kırmızı alarm bu sefer. Ne şizofrenik sesler, ne güç dengeleri, bir şeyi içime gömme çabaları; bu sefer her şey somut. Tabi o zamanlar bunları böyle yorumlayamıyordum. Hırs o zamanlar en çok ihtiyacım olan şeydi, dostumdu; ben yukarı çıkmalıydım. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım.

Üniversite sınavlarına ikinci kez hazırlanırken artık kaybetmek diye bir seçeneğim yoktu; birden göz yaşartıcı şekilde “sorumluluk abidesi” olup çıkmıştım ya da başarısızlığa tahammülüm yoktu, bir kere kaybedince kendime gelmiştim; bilemiyorum. Bu kadar hırsın sonucu olarak ikinci sene istediğim yeri kazandım elbette. Ona ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümüne girdim. Şaşırmayacağınızı biliyorum; tabiki üniversite hayatım, liseyi aratmadı. Yine bir sürü şeyler değiştirdi bende. Ben artık kalıplaştığımı düşünürken daha öğrenmem gereken çok şey varmış, bunu gördüm. Daha yolun başındaymışım meğerse.

Şu an acı bir gerçekle yüzleşiyorum: Ben anlatmayı bitirene kadar hepiniz benden nefret edeceksiniz, farkındayım. Yani şu ana kadar nefret etmediyseniz tabi. En azından dürüstüm öyle değil mi? İçimden ne geçiyorsa söylüyorum; neysem oyum. Biliyorum hikayelerin başrolleri kötü karakterler olmazdı genelde; ama kader işte bu sefer böyle denk geldi. Ne yapalım? Herkesin bir hikayesi var; kendisini hikayenin meleği konumnda anlattığı; benimki onlardan değil. Aslında ben biraz daha anlattıktan sonra hiçbirimizin yerinde olmak istemeyeceksiniz. Yine de illa peri masalı duymak istiyorsanız, güzel masallar da önerebilirim size; elimden tek gelen bu, üzgünüm...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails