9 Temmuz 2010 Cuma

4,5. BÖLÜMÜN DEVAMI

Hayatımın her noktası bu kadar dolunca, Zeynep takıntım da kendiğinden geçip gitmişti tabi. Ona ihtiyacım yoktu artık, sevgisiz hayatımda beni canlı tutabilecek bir şey gerekmiyordu. Kar yağan bir gecede çırılçıplak kalmış, donmak üzereyken biraz ısınmak için içki içmeye benziyordu çünkü bu. Her dakika derime sıcaklık yayıyor; oysa iç organlarımı donduruyodu yavaş yavaş. Gidip kendime sıcacık bir ev ve temiz kıyafetler bulmalıydım işte, senerlerce bunu görememiştim ve artık ihtiyacım olan her şey yanımdaydı, içimdeydi. Hissedemediğim duygular yoktu artık, aciz hissetmiyordum yüreğimi. Bunu itiraf edememiştim önceleri; ama aşk beni değiştirmişti. Daha farklı bir adam olmuştum, romantik değil kastettiğim. Doğru kelime merhamet; kendime, sevdiklerime, hayatıma, insanlara karşı. Sevginin sınırları olmadığını keşfetmek bana farklı bir bakışaçısı sunmuştu. Güçlü olmak o kadar önemli değildi artık bu perspektifte. “Gerçeklik” duygusu hepsinin önüne geçebiliyordu. İki boyutlu siyah – beyaz resim şimdi rengarenkti ve boyutlarından da ziyade sesi, kokusu vardı artık. Dokunabiliyordum, duyumsuyordum.

Yaşadıklarım ve hissettiklerimin hiçbir sahte yanı yoktu; bu da beni iyileştiriyordu. Boşluklarımı, yaralarımı iyileştiriyordu; beni bütünlüyordu.

Güçlü olmak önemli değildi; ama eskisinden çok daha güçlü bir adamdım. Gözlerim artık farklı bakıyordu, hâlâ insanlar üzerindeki gözlemlerim ve tahminlerim doğru çıkıyordu; ama ihanete uğramış gibi hissemiyordum kendimi. Hayat zaten bana verebileceğinin en iyisini vermişti.

- Arda, sen Duygu’dan sonra bambaşka biri oldun.

- İyi anlamda mı?

- Evet, kesinlikle.

- Gerçekten öyle mi sence Nida. Ben de öyle düşünüyorum, iyileştirdi o beni.

- Gözlerin bile farklı bakıyor. Mutlusun değil mi gerçekten mutlusun. Bunu görmek güzel.

- Evet, çok mutluyum.

O aralar hayatımın arka fonunda Tuna Kiremitçi’nin “Birden Geldin Aklıma”sı çalıp duruyordu.

Sen yağmuru çok seven küçücük şey

Ben kendine geç kalan bir adam

Beni sevmesen de görmesen de hayat sürerdi yine

Ama kendimi sevmezdim şimdiki kadar."

Mutluydum... Evet mutluluk bu olmalıydı: Sevebilmek... Hiçbir kurala, sınıra, başka bir hayata, mevsime, iklime, zamana bağlı olmadan sevebilmek... Her gün uyandığında “İnsan bundan daha fazla sevebilir mi birini?” diye sorabilmek kendine. Her sabah yeni bir cevap vermek buna. “Evet, sevebilirmiş; ama bundan fazlası mümkün olamaz herhalde.” demek her gün yeniden. Yüreğinin bu kadar geniş olduğunu keşfedebilmek... Mutluluk buydu işte... Hakan ve Nida da bunun tadına bakabildiler ve ikisi de son senelerinde iş bulduklarından üniversite bitince evlendiler. Onlarınki de nasıl başladığını bilmedikleri ilişkilerdendi, belki de kesin bir başlangıç noktası olmaması yayabiliyordu bir hayatı diğerine. Boğazı yakmayan bir sigara dumanı gibi içine çekebiliyordun bu sayede. Onlar hayatlarını birbirlerinde yaşamaya o kadar isteklilerdi ki...

Evlilik biraz zor geliyordu aslında bana. Duygu’yu çok seviyordum, bundan şüphem yoktu ve hayatıma karışmış olması hoşuma gidiyordu; hani ebru yapılırken suya karışan boyalar gibi. Yine de kağıdın tamamen boyanmasının ya da suyun içinde hiç saf su, berraklık kalmaması desenleri bozmaz mıydı? Desenleri iyi yapan şey, içindeki boşluklar, beyazlıklar ya da şeffaflıklar değil miydi? Ne kadar karışabilirdik birbirimize, kaos yaratmaz mıydı o renkler sonrasında. Bu kadar bağlanma düşüncesi beni ürpertiyordu. Her ne kadar değiştiğime inansam da ben hâlâ içinde acımasız bir yerleri olan bir adamdım. Daha önce birlikte olduğum insanlar benden farksızlardı; kırsam, döksem ne olurdu onları? Hiçbir kutsal yanları yoktu gözümde; ama Duygu, o başkaydı. Onu yarı yolda bırakmak çok başka bir eziyet olurdu.

Neyseki daha senelerce vaktim vardı. Henüz üniversiteyi bitirmeme bile üç dönemim vardı. Duygu’nun okulu ise bir sene uzamıştı. Hayatımı yerine oturtup büyük kararlar almak için hâlâ vaktim vardı. Bir yanım “salaş” Arda’ydı henüz ve kolay kolay bırakmaya da hiç niyeti yoktu beni.

***

- Senin, artık herkesten sakladığın yanınım ben Arda. Eskiden iyi dosttuk seninle, oysa şimdi “aşk” denilen kandırmacanın seni değiştirdiğini söylüyorsun. Neden değişelim ki? Çok eğlenen sen değil miydin? Kim olduğunu unutma, ben buradayım. Eninde sonunda bana döneceksin dostum, beni saklama artık. Asıl benliğin benim.

Bir aklımı çelmeye çalışman kalmıştı onu da yaptın. Çizgi filmlerdeki haliyle bu iç sesimin şeytan tarafı oluyor. Yüzünü göstermiyor tabi hiç bana, tatlı tatlı sesleniyor sadece.

- Ben aşığım ve aşk gerçek, bekle de gör.

İçimdeki “şeytan”a meydan okuyordum, kendime güveniyordum çünkü. Duygu vardı, her şeyi onunla atlatabilirdim.

- Ben senim Arda, bana meydan okuma. Bana gelecek zarar seni de yaralar, gör artık bunu. Biz bir bütünüz ve tek güçlü inancımız kendimize ve gücümüze olan. Sahte geri kalanlar, hepsi ilüzyon. Bir gün yok olacak, “puf” diye; toz bulutu olacak. Unuttun heralde, hep giderler. Hep gitmediler mi? Zeynep bile gittiyse öyle bakan biri gittiyse bu da gidecek. Şimdiden vedalaş onunla.

İşimiz var bu iç sesle görüyorsunuz. Yine de Duygu’ya güvenim, aşkım o kadar büyüktü ki; asla korkmazdım kendime meydan okumaya.

- Duygu’nun bakışlarını nasıl görebilirsin, her ne kadar bütünüz desen de benim gözlerimle bakamazsın. Ben değilsin, asla olamayacaksın, olamayacaksın...

Rüyaydı bu konuşmalar tahmin edebileceğiniz gibi. Ter içinde uyandım, saçlarımın dipleri sırılsıklamdı. Nefes nefeseydim, bacaklarım sanki maraton koşmuş gibi ağrıyordu. Gözlerimi açamıyordum. El yordamıyla kalktım yataktan, ayaklarım uyuşmuştu; sağ bacağıma kramp girmişti. Canım yanıyordu. Banyoya gittim, ışığı bile yakmadan yıkadım yüzümü. Hiçbir işe yaramıyordu, hâlâ saçma sapan bir rüyanın etkisinde boncuk boncuk terliyordum. “Yapma artık.” Diyecek oldum; ama ağzım o kadar kurumuştu ki sesim çıkmadı. Mutfağa indim, bacağımı sürüye sürüye ve yine el yordamıyla.

- Arda, oğlum ne oldu?

- Bir şey yok anne, kabus gördüm. Su içtim biraz. Sen niye salonda uyudun?

- Uyuyakalmışım, televizyon karşısında.

- Götüreyim mi seni yatağına anne?

- Yok Arda’m, baban uyanmasın şimdi; ben kıvrılır yatarım burda.

- İyi geceler Yeşim Sultan.

- Sana da tatlım.

Normalde basit bir rüyaydı; ama eski acımasız halime, her şeyin sahte olduğu dünyama dönme düşüncesi beni sarsmıştı. Balkona çıktım, bir sigara içtim kendime gelmek için. Hava ayazdı, biraz üşüyünce beynimin bulanıklığı azaldı.

Odama döndüğümde biraz duygusal yoğunluklu bir şeyler dinlemeye ihtiyaç duyuyordum. Bir Fırtına Tuttu Bizi denk geldi o an, onu açtım. Bir sigara daha yaktım, sonra bir tane daha... Sabaha kadar bir paketi bitirmiştim.

"Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı..
O bizim kavuşmalarımız a yârim, mahşere kaldı.."

Bunu defalarca dinledikten sonra Erkan Oğur’dan bir şeyler açtım, İki Keklik Bir Derede... Sonrası tahmin ettiğiniz gibi bir sigara daha, bir tane daha...

“İki keklik bir derede imanım da ötüyor
Ötmede keklik benim derdim artıyor sana hayran

Emine hanım konyak içmiş karyolada yatıyor
Yazması oyalı kunrurası boyalı yar benim olsa
Uzun da geceler, dilim yari heceler yar benim olsa

Emine hanım yeni çıkmış imanımda hamamdan
Yazması oyalı kundurası boyalı
Yar benim olsa
Uzun da geceler dilim yari heceler
Yar benim olsa”

Erkek halimle, bu adamın hiçbir şarkısını gözlerim dolmadan dinleyemiyorum, beceremiyorum; lanet olsun. Ne zaman fasıla gitsek de Erkan Oğur’dan bir şeyler çalmaya başlasalar sigara bahanesiyle dışarı çıkarım, hava almaya. Yoksa biliyorum, ağlayacağım insanların yanında... Her insanın olur ya zayıf bir yanı, öyle... Saat 7.30 falandı, uyuyakalmışım.Tüm gece, ara ara tekrarlayıp durdum:

- Dönmeyecek dünya eski haline, bu sefer olmaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails