17 Temmuz 2010 Cumartesi

8,5. Bölümün Devamı


Sevmeyi pek bilmezdi babam. Gülmezdi pek, bir şeyler paylaşmazdı. Ağlayabileceğine, kahkaha atabileceğine yani uç tepkiler, uç duygular yaşayabileceğine pek inancım yoktu açıkçası. Dövdüğü de olmuştur beni, dedim ya garip bir disiplin anlayışı vardı.


Sever miydi derseniz, severdi. Ablama daha bir düşkündü, çok kıskanırdı onu. Orkun’la yıllardır beraber olduğunu bile söyleyememiştik babama. Bana daha serbestti; zaten bn lise yıllarımı onlardan biraz uzakta geçirdiğimden düşkünlüğü iyice azalmıştı. Yine de severdi, bilirdim. Gözümüzün içine bakardı, en çok da öyle insanlar sever zaten. Hiç beklemedikleriniz... Ben de öyleydim, hep diyorum ya beton gibi bir insanım ben diye; ama severim, göstermem pek sevgimi_bilmem ki sevdiklerim şımarır mı, ondan mı? Kontrolü elimden mi alırlar?_


***

Bir gün üniversiteden arkadaşlarla Büyükada’ya gittik. Rakı – balık sefasına. Görseniz nasıl eğleniyorum, zannedersiniz en güzel hikayeleri ben yaşıyorum. Şu dünyada en sevdiğim şey, kışın ortasındaki sıcak günler. O günün verdiği enerji hiçbir şeyde yok, işte o gün de öyleydi benim için.

- Sağlığa!

- Dostluğa!


Ertesi gün Heybeliada’ya gitmeye karar verdim. En son gittiğimde her şey berbat gidiyordu, hayatım çok kötüydü. Yerçekimi bir şekilde terk etmişti sanki beni de tüm varlığım, her şeyim havada gereksiz ve amaçsız dolanıyordu. Uzuvlarımı bile yeterince kontrol edemiyordum. Şimdiyse en azından bazı şeyleri aşmış hissediyordum kendimi, belki yüzleşmeye, artık kazandım demeye gidiyordum. Zeynep’le hiçbir şekilde yarınımın olmadığını biliyordum. Bir şeyleri temizlemek iyi gelir diye düşünüyordum belki.


Eski evlerine gittim, her taraf kilitliydi. Çocukluğumun eşiğinde duruyordum ve içeri girebilmem için bir şeyler bulmam şarttı, camı kırdım. Evet, komik değil mi? Kocaman adam olmuşum, cama bildiğiniz taş attım ve kırdım, içeri girdim.


Her taraf toz içindeydi, parkeler kalkmıştı yer yer. Her tarafından bakımsızlık akıyordu çocukluğumuzun ve terk edilmişlik. Koltukların üstü eski püskü kumaşlarla örtülüydü, eminim minderleri pörsümüştü. Üstüne otursam içine göçecektim çocukluğumuzun, eskiciye versek bize seyyar tezgahında taşıdığı o eski radyoyu bile layık görmezdi. Fazlasıyla dramatikti aslında, temsil ettiği şeyleri düşününce...


Zeynep’in odasına çıktım, yatağı hafiften dağınık gibiydi sanki, dağılmış ve sonra üstünkörü düzeltilmiş gibi. Sanki geçmişini dağıtmıştı, onunla hesaplaşmıştı da sonra onu kimse görmesin diye aceleyle düzeltmeye çalışmış; ama yine de yapamamıştı. Kaybolup giden şeyler vardı evrende, kayıp bir enerji, kayıp diyaloglar, sesler, eksilmiş kişilikler... Ne kadar toplarsan topla hiçbir zaman eskisi gibi gözükmeyecekti suretin, ben de hiçbir yere dokumamaya özen gösteriyordum. Varlığımla kaldırdığım toz taneciklerinden bile şüpheleniyordum, sanki eski yerlerine konulmazlarsa onlar bile farklılık yaratacak gibi. Olur ya bir yeri karıştırdıktan sonra her şeyi yerli yerine koyup oradan hemen uzaklaşmak isteyen yaramaz çocuklar, ben de öyleydim işte. Her an beni oradan kapıp götürecek bir nefes hissediyordum ensemde. Korku filmi gibi... Oldukça ironik, çocukluk dedim; hani masumiyet falan olmalıydı, böyle güzel şeyler, kuşlar, böcekler. Korku filmi tanımı çocukluğa ne kadar uyabilirdi ki? Öyle bir şey ki büyümek, çocukluğunuzu tasvir etme yeteneğiniz köreliyor sanki, “masumiyet, masumiyet” deyip duruyorum. Eee? Başka bir sürü şey olmalı öyle değil mi? 3-5 kelimeden fazlası niye gelmiyor aklıma. Bu kadar mı yabancılaştım, nasıl olabilir ki? Bir zamanlar yaşadığım bir şeyi neden yeterince tasvir edemiyorum. Kelimeler anlamlarını bu kadar mı yitirdi?


Çekmeceler, kokmasın; rutubetten şişmesin diye açıktı. Bir tanesi hariç, yatağın başındaki komodinin kapalı çekmecesi... Ne ayrıcalığı vardı ki kapalı çekmecenin? Ne olabilirdi ki içinde, en fazla burada unutulmuş eski dergiler ya da defterler, belki cdler... Yine de madem “çocukluk”, meraklı davranacaktım. Çok eski olduğundan, sertçe çekmem gerekti açmam için. İçinde mektuplar vardı. İki mektup... Beklemediğim bir şeydi, ben başkası tarafından yapılmış bir şey bekliyordum, müzik ya da yazı gibi; ama Zeynep’in anlattığı bir şeyler... Onun mahremiydi, okuyup okumamak arasında kararsız kaldım, belki de korkuyordum. Sonuçta birilerine yazmıştı mektupları, tarihe bakılırsa lisedeyken yazmıştı, iki mektup... O liseli romantik haliyle, o zamanki sevgililerine yazdığı şeyleri okumak kedimi aldatılmış hissetmeme neden olacaktı.


Durun bir dakika, anlatırken yine kaptırdım kendimi, ne lisesi ya? Onlar mı kaldı yani bir dert yanacak? Ohooo bunlara da takılırsam anlatırken, işimiz var...


Mektupların biri A. diye başlıyordu. Alfabenin en işlek hafi olan A ile başlayan bir sürü isim varken bu ben olabilir miyim? O kadar önemli bir yerim olabilir mi onun hayatında? Çıkmaz sokaklardan bahsetmiş, eğer böyle bir şeyse girmedi ki hiç benim olduğum sokağa; hep başka köşeden döndü. Belki karşı sokak çok soğuktu, yağmurluydu; ama yine de gitti...


Benim olduğum sokak dünyada görülmemiş bir şekilde girişinde kapı olan bir sokaktı ve Zeynep hiçbir zaman o kapının arkasında bir sokak olabileceğini tahmin etmemişti. Hoş, kayalıklar ardında cennet tasvirleri yapılacak gibi harika bir film sahnesi de değildi. En fazla birkaç sokak lambası onun da dediği gibi umut falan değil, salt ışık, gerisi ıssız... Hiç ses yok, orada olduğunu bildiren en küçük bir yaşam belirtisi yok, hiçbir şey vaad etmiyor. Neden gelsin ki?

***

Beynimde garip garip düşünceler döndü durdu, zaten o günden sonra da çok uzun süre adaya gitmedim... Gerçi şimdi gidiyoruz sık sık...


1 yorum:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails